20090924

Siz Pokemon izlerken ben büyüktüm. Ben sizi izlerken siz büyüktünüz. Siz beni izlerken ben büyüdüm. Şimdi kendimi izliyorum, büyümek istemiyorum. Pokemon istiyorum!

Kendi tanımlamasını yapmıştır Oğuz Atay





Kendi tanımlamasını yapmış Oğuz Atay "Tutunamayan". Herkes ona bu şekilde sesleniyor, anıyor. Ne yazarsa yazsın neticede "tutunamayandır o" denmiş, denecek.

Kendisine "iyi" bir tanımlama getirse idi bunu herkes dillendirmezdi. "Tutunamayan" dediği için ondan bahsederken, hep bu dilimizde.

Başka bir şey de söyleyemez insanlar. Ondan öteye geçemez. "Özeleştiri" yeteneğinden hiç bahsetmezler. Kendisinin ne olduğunu bildiği için insanları daha iyi bilen bu adamı tanımazlar.Tanımak istemezler. Çünkü sonuç kendilerine varır. Oğuz Atay'ın  tutunamayanları "başkaları"na dayanamazken; insanlar kendilerine dayanamazlar, bu yüzden hep başka başka insanlara odaklanırlar.

Odaklanmasınlar  da zaten. Herkes başa çıkabildiği noktada yaşasın hayatı ne de olsa ölmemek için yaşıyoruz!

20090918

Çılgın bir aşk benimkisi










Cümlelerim sarmalanıyor. Vücuduma. Bedenim en son cümlenin içinde boğuluyor. Kendimi görüyorum hepsinin içinde. Neyse ki konuşabiliyorum hala. Sarılı olanlara atıflarda bulunuyorum. Dilimi çözüyorum cümlelerimle, yüzüme yapıştırıyorum bazen tokat niyetine. Ayaklarımın altını gıdıklıyor bazıları. Gülümsüyorum. Sonra birden acıtıyor, canımı yakıyor. Daha yumuşak harfler seçmeye çalışıyorum. Olmuyor. Çok sert hepsi, dolanıyor bana. Bazen dilimi sivriltiyorum. O vakit biraz da olsa rahatlıyorum. Bazı vakitler cümlelerin dilime dolanıyor. İşte o zaman kusuyorum. Mideme kramplar giriyor. Bir kütle yer buluyor içimde. Onu kusup atıyorum bir anda. Rahatlıyorum. Kızıyorum sonra kendime. Sarmalanan cümlelerimi budamaya başlıyorum. Huzuru bir müddet gerçekten hissediyorum. Bazen de bırakıyorum öylece, bana sığamayıp yere düşenleri eziyorum.



Çılgınca. Çılgın bir aşkla. Yükseliyorum kendi ezdiklerim üstünde. Sağlam bir temel atıyorum sanki. İncecik bir katman oluyor tabanlarımın altında. Yer ile bütün ama mütemadiyen benim altımda. Bana ait olsalar da.




o kadar "daha"

Konuşuyorlar, düşünüyorlar. İnanılmaz fikirlerle kaynıyor, hep ama hep baştan anlatıyorlar. İnsanlar kendilerini yeni insanlara hep en başından anlatıyorlar.

Sondan başlasak?

Bir kez de en son yaşadıklarını, kendi kişiliğinin, olmak isteyip de olmadığının kalıntılarını alsak. Başını tahmin etsek sonra, aslında çok da önemi olmasa. Ne kadar tutturabilirsek o kadar "daha"...

Kurulan cümlelerle insan insan olmuyor. İnsan düşündükleriyle yaşamıyor. Doğrultu hep davranışa dönüşürken değişiyor, evrimleşiyor. O yüzden en sonuncusunu istiyorum. Sondan başlasın insanlar artık kendilerini anlatmaya bana. Ben de o zman isterim bir o kadar "daha"...


odam insanları





Bazen o kadar derin bir uykuya dalıyorum ki kendi evimde uyanamıyorum. Kendimin olduğundan bile kuşkuluyum ya hala neyse... Uzunca süredir yatağım, kitaplığım, masam dediklerimin olduğu "odam" dediğim dört duvarı bazen yabancılıyorum. O kadar saçma sapan, gereksiz ve yabancı insanları alıyorum ki odaya. Zihnimde getiriyorum tüm kir, pislik ve kokusuyla. Tıpkı, anneannemin tabiriyle paçaları yerleri süpüren pantolonumu her gün giyiyormuşum gibi hissediyorum. Sokaktaki bakışları topluyorum bazen üstüme eve gelince kurtulamıyorum gözlerden, odama silkeliyorum. El sıkıştığım insanlar tenime kazınıyor sanki. Otobüste sürtünen kollar bacaklar, bilet kesen çocuğun tırnak araları bulaşıyor bana. Zihnimde kilometrelerce uzakta olanın bana yaptıkları eli kirli olanın tesiriyle aynı oluyor bi vakit. Şu an nefes almayanlar bile zihnimde olup odamda konaklıyor aynı günün gecesinde benimle nefes alıyor. Başka bir yere taşıyamıyorum, çünkü ailem gece kaç olursa olsun eve gelmelisin der bana. Gündüz / akşam biraz dağıtayım dediğimde geceyi anımsayıp sıkılıyorum. Eğer bir gün odamda kalmayacak olsam hep misafir hissediyorum kendimi. Erteliyorum kendimdeki pislikleri olduğum yere bırakmayı.

Sokakta her kim ne kadar yabancı ise artık odam dediğim yerin hemen yanı başında. Yamaçlarıma toplanmış bir yığın var şimdi. Bazıları çok flu. Renksiz yani, ama izi kalmış. Geçen odamda senelerdir duran tabloyu çıkardım. Kendim yapmıştım. Şu an eskiden orada olduğunu bildiğim için bir boşluğu var. Renksiz ama izi kalmışlar da öyle görünüyorlar hayatımda. Odamda. Eskiden çekmecelerim vardı. Gizli ve bana ait olan daha küçük daha bir ait. Az ve öz sığdırdıklarımla var olan. Şimdi hayatım koskoca bir odaya yayılmış durumda ve ben ısrarla yabancılıyorum. Sırada ne var merak ediyorum. Belki evin tamamı benim hayatım, şehrin tamamı benim, en sonra dünya mı? Hayır, hayır çok büyük. Bu kadarını kaldıramam sanıyorum. Neticede ben de insanım. Kendime acıyıp vazgeçmek istiyorum. Bazen. Ama eğer ki olacaksa da sokakları süpüren pantolonumu atacağım birazdan. Sonra da her şeyi "saklama" huyumun neticesi dolu bir dolabı temizleyeceğim. Biliyorum kovalarca çöp çıkaracağım odamdan. Somut varlıkları temizleyeceğim, yük olmayacaklar artık bana. Peki ya, o tablo. O tablo gibiler. Renksiz ama izi kalmışlar... Onlar uzunca müddet daha benimle görünüyor. Aslında onlar değil mi artık çekmeceye sığmayıp odayı hedef alanlar?

Evim olsun bir vakit. Dolu dolu odaları olsun razıyım, sonumuz bu. Ama rica ediyorum bir arka bahçesi bulunsun. Sıklıkla kaçayım ben oraya odalarına sığamadığım her an kusayım bir anda!

Gün gelsin bana ait bir dünya bulunsun. Pek çok şehri olsun ben hepsinde bir ev, oda bırakayım sonra sığamadığım bir anda da kendimi çekmeceye kilitleyeyim diyorum. Anahtarı da sadece bende ve onda olsun. Olsun.



yazıdaki resim ben tarafından yapılalı çoook olmuştur.

boşluksuz soru işaretinden üç noktaya




Neden bazı soruları karşımızdakilere değil de kendimize soruyoruz? Nereden daha iyi cevaplar alabileceğimizi bilmediğimiz zamanlar bazen bunu yapıyoruz. Sorular çoğu kez kendimizde birikiyor ve bir anda onlarca sorun arasında boğuşur durumda kalıyoruz. Üstelik soru işaretlerimizin ardına birer boşluk bırakmayı bile akıl edemiyoruz. Boşluklar olmadığı için cevaplar yerini bulamıyor. Cevap bulunamayanlar yüzünden ardı ardına o kadar çok sorun birikiyor ki boğuluyoruz.





Boğulmak, sorun, boşluk, dip... Bunlar hep bambaşka tanımlarla yer alıyor artık hayatımda. Bazen bunlardan herhangi birini kimin için cümlede kullandığıma çok dikkat eder buluyorum kendimi. Bu saatten sonra bunların hiçbiri bana gerçekten zarar verecek, beni buhranlara sürükleyecek şeyler değil. Kurduğum kelimelerden korkum yok. Karşımdaki insanlara da dikkat ediyorum o yüzden. Belki benim korkmadığım şeyden onlar korkuyordur diye. Soru işaretlerim de böyle. Karşımdaki benim sorduklarımla karşı karşıya kaldığında benim sorumun "korkunçluğu"ndan dolayı, onun bana bu korkunçluğu tanım olarak kullanıp işin içinden çıkmasıyla sonuçlanabilir. Ben sorumun içindeki, hedefindeki, anlamındaki ile ilgilenir ve cevap almak için "boğuşurken" o beni korkunç bulup bırakacaktır soruyla. Hızla tabanları yağlayıp uzaklaşıyorlar. Belki de böyle olan herkes uzaklaşmalı. Bezen ama beni gerçekten tanımayıp uzaklaşmasını istemediklerim oluyor. Sorularım olanca yumuşaklığı ile ona yansırken, en sert ve en korkunç hali boşluksuz kendimde kalıyor. Söylemiştim boşluksuz olunca cevaplar yerini bulamıyor diye. En yumuşak haliyle yöneltilenler de kendini olmayan boşluğa yamıyor. Sığmaya çalışırken o boşlukta soru işaretleri yerini üç noktaya bırakıyor. İşte o zaman bana neler olduğunu anlatmak bile istemiyorum. İnan istemiyorum(...)

20090908

7 Eylül'e geç alınmış not

Uyku dolu gözlerin kenetlendiği bir gece daha bu gece
Hiç uyumamak ya da seneler sonra bir gün bugün "gerçekten" tüm gün uyumuş olmak...
Gözlerini açmadan..
Nefes almadan uyumak..

Aslında her gece uyutulurken o gün gerçekten kendi isteğimle uyumuş olmak.


Doğduğum gün ölmeyi çok isterdim. Bu olmayacak bir şeyse de öldükten sonra öldüğüm değil doğduğum günün hatırlanmasını... Hep kutlandığı gibi kutlanmasını..

İyi ki doğdun, iyi ki yaşadın denmesini...


Kendime doğacağım o gün başkalarına öleceğim.

Her 7 Eylül bunu yapacağım. Tıpkı yaşadığım her senede 1er 2şer olduğu gibi...

Nice yaşın temelini atarken, bu gece kimlerin temelinin sağlam atılamamış olduğuna dikkat kesildim yine...

Hep böyle mi olması gerekliydi kendimle mi çeliştim yoksa ben, niye?...


20090906

benden bir cümle daha...










Kenarı dantel işlemeli televizyon örtümüzü özledim bugün. Seneler önceki yine böyle bir günde dolunaya bakarkenki gülümseyişimi... Ağaçkakan romanını yeni okumuştum o zaman ve kırmızı saçlılara inanıyordum. Kendime de inanmak istediğim için saçımı kırmızıya boyamıştım. Seneler önceki arkadaşlarımı özledim. O zaman bir yanılsamaydı dostluklarım. Nedenini, niçinini sorgulamadan yanıma yöreme aldıklarım. Şimdi çok uzaktalar. Televizyonumuz üstünde örtü tutmaz LCD’lerden olmuş. Bugün fark ettim, örtünün ve gökyüzündeki dolunayın boşluğunu. Saçlarım şimdi yeniden öz renginde. Kırmızın da içi boş artık. Ağaçkakan romanı benim için hep aynı hikâye… Yaşanmış ve sonlanmış dostluklarımla raflarda yine.


Bugün bir kez daha kendimi aldım karşıma. Gözlerimin evin içinde hangi noktalarda takılı kaldığına baktım. Daha çok tavana bakan bir ben görmek ürkütücüydü. Yatağıma uzanmış olmamın etkisi büyük, peki ama pencereden dışarısına ne oldu? Kitaplığımı açar seyrederdim eskiden. Şimdi okunmuşların önünde okunmayı bekleyenler yığılı, göremiyorum. Hayatım da tıpkı aynı sonuçla ilerliyor; yaşanmışlıkların önünde hep yaşanmayı bekleyenler yığılı. Bazen ellerimle itesim geliyor bekleyenleri. Kendimde duraklayıp demir atasım geliyor.



Biliyorum bir geçiş dönemi benimkisi… Her zamankinden değil. Bu kez bambaşka. Belki bundan sonraki basamakta geçmişime dönme şansım dahi olmayacak. O yüzden henüz yakın geçmişken, dilimde her şey. İteliyorum bazen aralardan bakıyorum gibi… Gözlerimin önünde… Eskiden nasıl olduğunu çok iyi biliyorum yavaştan yaşanan değişimlere birer mühür basarak üzerinden geçiyorum. Geçmek istiyorum. Kendime söylemek istediğim o kadar çok şey var ki “ayağını denk alan” neticesinde. Şimdi, değişimle insanlara söylemek istiyorum “benimle uğraşırken ayağınızı denk alın” diye… Çünkü ne olacağımı henüz ben de bilmiyorum. Birlikte dikkat edelim beni de yanınıza alın demek istiyorum.




Onlar bir kalabalıksa ve şimdi ben asla eskisi kadar yalnız olamayacaksam ve hep hazır olduğunu bildiğim hayatın, benim durumumu gözetmeden kendi içinde eritmeye yine hep hazır olduğu gibi hazır olacaksa, benden bir cümle daha çıkmaz bu noktada…

20090904

karanlık * lar

karanlık-lar çok oldukları için değil,
öyle oldukları için karanlık-lar



Halk arasında Tavuk Karası olarak bilinen Gece Körlüğü adında bir hastalığım var. Hastalık olup olmadığı hakkında kafa yorulabilir. Şimdilik bunu geçiyorum. Sizin karanlık demediğiniz siyahlar bana karanlık gelir. Yürüyemem, önümü göremem...

Bu yüzdendir ki kabuslarım karanlık bir odada yönümü bulamama şeklinde baş göstermiş bu beni oldukça da ürkütmüştür. Karanlıklara dair çok korkutucu yargılarım vardır. Olabildiğince içinde olmamaya / kaçmaya çalışırım. Çantamda bir küçük fenerle gezdiğimi kimse bilmez mesela...

Bu kadar olumsuz ve her an karşılasılası hastalığı olunca insanın ister istemez arada bir nevrotikliğe bağlanabiliyor. Üzerine daha çok düşünüp bambaşka korkularıyla birlikte yanında hiç ayırmayacağı bir paket program olma özelliğine kavuşturabiliyor. Mesela benim en çok karanlık fotoğraflar ilgimi çeker... Yüzünün bir yanı aydınlanmamış insan resimleri beni inanılmaz ürkütür. İnsanın içinde saklamayı tercih ettiği karanlık yönlerinin hep bu kadar göze batırıldığı noktalardan korkarım. Bunu bu kadar net açığa o fotoğrafla koyabilenlerinden. Her insanın mutlaka böyle bir yönü vardır. Pek çok kimseden sakladığı yönleri / zaafları / olumlanamaz davranışları / kendisiyle kabul gördüğü ama başkasının kabul edemeyeceğini bildiği huyları. Bunlar bir de karanlık resimle birlikte gün yüzüne(!) çıkıyor ki.... Ürkütücü gerçekten.

Mesela yüzlerin yanında ya da sadece kendisi varolması koşuluyla cümleler de vardır. Her insanın tabii ki cümleleri vardır. Kurduğum cümle bu anlama gelmeyecek şimdi, biraz sakin olmalısın.


Bazen karanlıkların cümlelerinin içine gizlenmesi ürkütür beni. Bir cümleyi hep benzer kişilere kurduğunu düşün. "İyi ki varsın.", "Çok yaşa.", "Seni seviyorum."... Bu cümleleri hayatında kaç kişiye kaç onlarca kez söylediğini bir düşün... Bundan sonra da bunun devam edeceğini... İşte sorun bunların karanlık cümleler olması. Kurduğun anda o kişiye özel bir tanımının olmaması. Çoğaltılabilir cümleler. Dolaylı olarak da insanlar. Etrafında hep aynı karanlık cümleleri kurmak zorunda kaldığın insanlar oldukça da gevşiyorsun. İpin ucunu bırakıp sessiz olmak istiyorsun. Karanlıklar çünkü. Boş karanlıklar. Başkasında hep iğreti duracak / asla tam anlamıyla ona ait olmayacak olanlar.

Bir diğer karanlık cümleler de hiç kurulmamış olanlar. Birine daha evvel kimseye kurmadığın bir cümle kurduğunda o cümle çok karanlık olabiliyor. Kesinlikle oluyor. Onun senden duymaya alışmadığı ya da herhangi başka birinden dahi duymadığı, hatta senin bu cümleyi kurarken kendinin bile şaşırdığını fark edip ciddiye almadığı... Kendimin de sık yaptığı bu karanlıklaştırma paketinden bazen pek bir ürkerim.

Hani olur da bir şey anlarsa, hani olur da beni anlarsa ben ne yaparım diye....

20090901

Kabuklu Defter nerdesin?!


Bir okuyup on kusmak istiyorum sana.
Bir yaşayıp on küfretmek.
Dinlemeye dayanamayacak insanlardan kaçırmak istiyorum seni.
Sadece ikimizin olacağı anları toplamak istiyorum yamacıma.
Hepsine tek tek parçalanmak.
Her bir parçada ayrı bir beni bırakmak.
Sende bırakmak istiyorum kendimi.
Her şeyimi.
Herkesten saklanmak.
Bir sana sığınmak istiyorum Kabuklu.
O sensin misin Kabuklu..

Nerdesin?!

Söyle nerdesin?!
Sen gerçek misin?
Benimle misin?


resim: Birdy filminden