20091130

Fanzinler Güzeldir, Fanzinciler Değildir Manifestosu

Manifesto 28 Kasım 2009 tarihinde yazılmıştır. Manifestoda geçen güzel olmayan fanzinci tanımı, tamamen fanzinci kimliğiyle bakıldığındaki tanımdır. Yoksa bunun dışında her insan biraz güzel, biraz da çirkindir.







Fanzinler Güzeldir, Fanzinciler Değildir Manifestosu

1-     İnsan bazlı iletişim olanaklarını hayatlarımızın pek çok aşamasında kullanan biz fanzinciler, kendi sesimizi duyurmanın yolunu insanı sıfırlayan ama bir o kadar da insanı anlatan fanzinler ile bulmuşuzdur.

2-   Fanzinciler, yazmayı yaşamaya tercih edip, yazdıklarından daha fazlası olmayan kişilerdir. Yaşadıklarını da yazarak zaten tercih yönlerini kesin çizgilerle belirlemişlerdir.

3-     Bugün dergi - gazete gibi basılı yayın kaynaklarında tekelleşme söz konusuyken, fanzinlerde bu mümkün değildir. Kapsayıcı özellikteki yayınlar, birden fazla konu başlığında verdiği içerikle bu tekelleşmeyi ve at gözlülük modunu çok güzel aşmışlardır. Bu yüzden fanzinler güzeldir.

4-     Yazmak, bir düşünce akışını somut hale dökmek, yazardan sıyrılan bir ürün ortaya koymak her tür yazılı kültürde olduğu gibi fanzinler için de söz konusudur. Yazar yazdıklarından yer altı edebiyatına uygun tabirle kusarcasına sıyrılmış ve fanzinler oluşmuştur. Fanzinler bu yüzden en görülesi, en okunası şeylerdir. İçerisinde kendinizden çok fazla şey bulabilir, okurken o kusmuk sonrası ağız ekşiliğini hissedebilirsiniz. Ama sorun şu ki, kimse kusan bir insanı seyretmeye ya da görmeye katlanamaz. Kustuktan sonra fanzinciye yazdıklarını okuyarak yakın olabilirsiniz, ama o kusarken bakmak istemezsiniz. Sizin mide akışınızı sadece siz kendi ağzınıza kadar getirmeyi sevmektesinizdir çünkü, başkaları bu noktada çekilmezdir. Dolayısıyla bir fanzincinin başka bir fanzincinin yanında fanzinci sıfatıyla bulunmasına gerek yoktur.

5-     İnsanlar istediğinde antinci – kuntinci - fanzinci demeden her insanla ortak nokta yakalayıp iletişim kurma olanağına sahiptirler. Bunu zaten yapmış ve yapma potansiyelini hala içinde bir yerlerde saklaşmış olan fanzinciler bir toplaşma / buluşma vs beklemezler. Olabildiğince fazla fanzinciye ulaşıp onları tanıma savaşına girerler. Daha yakın olmasını istediklerini de seçerler. Bu bir süreç işidir. Fanzinci olduğu dolayısıyla bir kişiyi kabul etmekten daha çok, ortak noktalarının insan olarak kesişmesine olanak tanımalarıyla ilgilidir. Daha kalabalık bir buluşma beklemeyen bu kişiler, beklemeleri yönünde dürtüsel hareket ilan edilmişse de içinde olmayı seçerler. Ama öz insan özüdür, fanzincinin sözü de fanzininde yazmadığı müddetçe sıradan insandan farklı değildir. Tabii ki de bu dürtüyü oluşturanlar orada olmayacaktır.

6-      Fanzinlerin güzelliğini yıllardır konuşuyoruz, yıllarca da konuşacağız. Bundan önce çıkmışı da çıkacak olanını da tanımasak da bizdendirler, ama bir araya gelmek gibi bir amaç sadece fanzincilerse, orada durmak gereklidir. Fanzinler güzeldir çıkarımını yapmak için fanzincilere ihtiyacımız yoktur. Fanzinler güzeldir çıkarımını yapacaksak bir araya gelerek ve kimse insan olarak kendine fanzini dışından bakamayacak ve – ki zaten kimseyi kusarken görmek istememe yapımızdan bahsettim-, baktırmayacaksa neden çirkin insan hallerimizi bu fanzin buluşmasının içerisine almaktayız. Çirkin olmak sadece yazmaya yaramaktadır, iletişim söz konusu olduğunda kusan insan tadından başka bir anlamı yoktur..

7-     Fanzin toplaşmalarında bundan önce ya da sonra bulunmuş kimseler kendilerini bir kenara koyarak fanzinleriyle gelmişlerdir. Bundan sonra da ancak bu buluşmalar bu şekilde olacaktır. Fanzinciler kendilerini fanzinlerinde (yazarak), diğerlerini ise ancak hayatın içinde anlayabilirler. Kendini anlatmak ya da anlamak için buluşmalara gelenler / gelmeye çalışanlar kusmuklu ağızlarıyla geri dönmelidirler.

8-     Fanzinlerin buluşmasının tek şekli bir başka fanzini alıp okumak ve onu kendi fanziniyle aynı rafa koymak ya da diğerlerini kendine rağmen tanımak isteğiyle olacaktır. Dolayısıyla son sözüm fanzinler güzeldir ve fanzinciler değildir olacaktır.


Düşünkara Fanzin
                                                                                                                                Beytepe Kaplumbağası

20091129

Hayat (K)analizasyonu




-Çok mutsuz bir yüz ifadesiyle Penguen dergisi okumak

-Çok da ağlamak istediğin bir anda güzel yüzlü bir bebek gördüğün anda onu güzelliğine ağlamayı istemek ama yine ağlayamamak, ağlamak için kötü bir şey akla getirme zorunluluğuna küfretmek

-Yürürken yolun bitmesini hiç istememek

-Her zaman bindiğin seni evine götürecek otobüse bugün binmeyi istememek

-Her giydiğinde kendini güzel hissettiğin kıyafetlerini bugün giydiğinde nefret etmek

-50 kelimelik paragrafı silip son cümleyi orada bırakmak

-Senin her zaman çok iyi anladığını bildiğin dostunun tek bir "of"unda kendini bulmak

-Hep aynı şeyi ifade eden cümleleri ardarda sıralarken hep birini unuttuğunu hissetmek

-Hayatında tam olan tek bir şey olmadığı için tüm yarımlara tehdit savurmak

-Taksiden indiğin anda ayağının yağmur göletine batması ve hiçbir şey yapamaman

-Salya sümük ağlayan çocuk ve o ağladıkça bağıran anneyle aynı otobüste karşı karşıya oturmak

-Hiç ama hiç tanımadığın birine kendinden bahsederken yorulmak, söylediğin her cümlenin ne kadar gerekli olduğunu sorgulamak ve hepsini ama hepsini gereksiz bulmak, aynı anda onun anlattıklarını da aynı gereksizlik kotasında eritmek

-Sen bir şey anlatırken seni henüz anlamadığını hissettiğin birine hiç ama hiç müdahale etmeyi istememek

-Misafirlikte salonun tam ortasında arada bir yere düşen yürümeyi yeni öğrenmiş bebeği herkes gülümseyerek izlerken senin onu kendine benzetmen

-Hep yürüdüğün kaldırımda bundan daha bir ay önce hangi amaçla yürüdüğünü hatırlamak isteyip hiçbir iz bulamamak, bundan tam 1 ay sonra yürüyeceğin amacı hatırlamayı ne kadar isteyeceğini bilememek

-Sabahleyin uyanır uyanmaz dilini dudaklarının üstünde gezdirdikten sonraki tad ile şu an bunu okurken dilini dudaklarında gezdirdikten sonraki tad arasındaki fark

-Hiç ayak izi olmayacağını umduğun kar birikintisinde kocaman bir ayak izi görmek ve o izi gerçekten kocaman hissetmek

-Çok acıktığında sadece doymayı istemek ve seni sadece doyuracak tadı olmayan bir şey bulamamak

-Günün sonunda eve geldiğinde elini yıkamadan evvel koklamak ve elini sıktığın hangi insanın kokusunu hissettiğini bilememek

-Evin merdivenlerini çıkarken eve girip "naber?" diyeceğin annene dünkünden farklı bir "naber?" dememek için dünkünün nasıl olduğunu düşünerek çıkmak

-Saatlerce sohbet etmiş olduğun birine sonraki sohbetinde söyleyeceğin hiçbir şey bulamamak


-Aynı satırı dönüp dönüp tekrar okumak, bir kez daha tekrar dönüp okuduğunda acaba neden tekrar dönüyor olduğunu keşfetmek için tekrar dönmek, bunu sürekli yapmak

-Sana dünyanın en samimi iltifatını yapan birine sadece gülümsemek ve kendi yüzüne tükürmeyi istemek

10 Kasım 2009

20091126

Hepsi, hepsi hayat nasıl olsa




Elinde bir kurşun kalem saman kâğıda şu cümleler karalanıyor.

“Hayatımda bir tane tam olsa yarım olanların hiçbiri yarım kalmayacak…”

Şimdi yazdığı cümleleri her yazışından sonra sildiğini ve sadece bir kelimeyi bıraktığını hayal edin. Hiçbir iz kalmayacak şekilde.

“Hayatıma ne kadar sahibim?”

Siliyor, hayatım kelimesi kalıyor sadece.

“Hayatımdaki eksikler sadece yarım olanlar mı?”

Yarım sözcüğüne odaklan ve diğerlerini….

“Yarım olanın cümleler olmadığını biliyorum. Cümlelerimin hepsi ortaya kendini tam olarak koyuyor. Yarım kalmışlıkların tam ortasında intihar ediyor. Kendisini tamamlayacak bir hayatı arkasında bulamıyor.”

“Hayat, aslında hepimizin içerisinde bir kez daha ölümünü ilan ediyor. Ona tutunmaya çalışan o kadar insan var ki! Neden kimse ölümü seçemiyor.”

“Ölüm ödülü müdür yaşamayı beceremeyişimizin?”

“Bizim isteğimiz bir şeyleri en üst beceri noktasında hayata geçirmiş olmak. Ne büyük istek. Zaman problemi yaşıyoruz her zamanki gibi.”

“Yetmiyor. Kalem, kağıt, bu düşünce, bu hayat.. Anlattıkça derinleşiyor boşluklar.”

“Hep bıraktığımız yerde kendimizi bulamadığımız boşluklar.”

“Kimse boşlukları takmasın kafasına onlar da aslında tüm bu silinen cümleler gibi yoklar…”

“Cümleleri kurmuş olmak mı, yoksa okumuş olmak mı daha çok parçalayıcı.”

“Parça parça edip dağıtıyorum kendimi tüm o boşluklara. Hangisine elinizi uzatsanız ben varım aslında.”


 “ Hayal et, uzatılan her el benim bir yarımıma dokunuyor. Dökülen her sözcük benim yaralarımı acıtıyor.”

“Yarımım aslında. Hayatımda bir tane tam olsa yarım olanların hiçbiri yarım kalmayacak. Peki ya yoksa…”

20091120

Öyküsüz İlişki





Yarım kalmış öykülerimizin üzerinden geçiyorduk sürekli. Bazen bir saatimiz, bazen bir dakikamız öyküye dönüşüyordu. Anlatıyorduk geçmiş öykülerimizi, anımsamak istiyorduk. Üzerinden geçiyor her anlatışımızda bir cümle daha ekliyorduk.

Yere diz çökmüştü, ona öykümü anlatıyordum. Anlatıyordum hiçbir anını atlamadan. Her cümlemi ona kuruyordum. Çok heyecanlıydı her zamanki gibi. Kuracağım her cümleyi bir çırpıda tüm zihninde eritecekti. Kendi öyküsüymüş gibi benimseyecekti. O kadar aşinaydı hayatıma. Onun beni dinlediğini gördükçe, çok çok büyük cümleler kuruyordum. Çok büyük cümleler dudaklarımdan döküldüğü anda onun oluyordu. Sözcüklerim de o çok sevdiği yağmur damlaları gibi saçlarını ıslatıyordu. Dokunmak istiyordu hepsine, hepsini hissettiğini bana göstermek. O bunun için çabaladıkça ben taçlandırılmışcasına mutlu oluyordum.

O gözlerime bakmayı bıraktı ve o an bitti öykü, susuyordum. Uzaklaştığını hissediyordum sanki dinlemediğini. Kızıyordum kendime neden bu kadar bu büyüye kapıldım diye. Zaman duruyordu. Öykü bitiyordu. Sırtını dönüyordu sanki. Gözlerim onu izliyordu. Başka başka yerlerde görüyordum onu. İzliyordum ve sonra bakmıyordum. Başka başka yerlere gidiyordum. Ona benzetecek, bana onun gibi bakacak birini arıyor, ona kurduğum cümleleri kuramadığım başkalarından tekrar tekrar ona dönüyordum. Dönmek bir anlamda yüzümü ona çevirmekti. Lanet olsun her yüzümü çevirdiğimde de bana bakardı! Yine diz çöküp anlattırırdı. Aynı anda dönüyorduk birbirimize. Öykü devam ediyordu o zaman işte.

Sonra anladım ki anlatmak için yaşamamız gerekiyordu. Başka başka hayatlar yaşayıp birbirimize anlatmak. Biz bir aradayken yaşamıyorduk ki, anlatıyorduk. Sadece yaşanmışları anlattığın birinin her zaman yanında olması düşünülemezdi. Onunla zaman duruyordu yaşam söz konusu olunca. Anlatmak zamanı geldiğinde göz göze geliyorduk. Yarım kalmış öykülerimizi anlatıyorduk. Bizim hayatlarımızın öyküsü hiç bitmeyecekti. Birbirini bu kadar iyi tanıyan iki kişinin hayatı ise hiçbir zaman öyküye dönüşmeyecekti…

fotoğraf: Dark_Reflection_by_larafairie

20091108

ben -ki yine aynı olmayan- ben


İnsanların hep geceyle sorunları oluyordu. Bu gece de diğerlerinden farksızdı. Gece insanı bazen cidden boğuyordu. Bu gece sessizliğin verdiği huzursuzluk daha belirgindi. Yine aynı odam, ve ben -ki yine aynı olmayan- ben. Onun gözlerinin içine baktıkça kapalı oluşu içimi acıtıyordu. Yine uyumuş, yine beni görmüyordu. Gözlerinin açık olmasını ben de istemezdim açıkçası o an. Gözümden süzülen acıları görmesini hiç istemedim. O gece açmayacaktı, belliydi. Çok derin bir uykudaydı yine.  Ama gece ondan daha derin, daha karanlıktı.

Yüzünün çizgilerini okuyordum. Bana herhangi bir sözcük çağrıştırmıyordu yine. Oysaki ne çok isterdim ismimin baş harfini alnının çizgilerinden çıkarabilmeyi. Hayır, kadere inanmam. Boş uğraşlar bunlar. Kendime de inanmam, gördüklerime… Görmek istediklerime inanırım sadece. 

Ondan, o konuşmamaksızın bana dair bir iz bulabilmek… Bu bir filmden karelere herhangi başka bir yerde gözünüz takıldığında o filmi izlemeyi istemek gibi. Onda benden bağımsız bir halde uyuyorken benden bir iz görüp onunla yaşamayı istiyordum. Hani daha önce tanışmadığın onun arkadaşının tanıştığınızda seni tanıdığını öğrendiğinde hissettiğin his gibi.

O yanımdayken o uyurken bulmak istiyordum kendimi. O bakışlarını bana yöneltmeden tek bir sözcük kurmadan anlamak istiyorum beni sevdiğini. Bilmiyorum. Bunun ne olduğunu bilmek istemiyorum.

Mesela yine ellerini yastığın altına saklamıştır. Saklıyor tırnaklarını. Ayak parmaklarına da bakmama dayanamaz hiç. Çok masum. Baktığımı gördüğü anda bir kıpırtı olur. Ellerini avuçlarımın içine alıp seyretmek istediğimde hep aynı şey olur. Gözlerini gözlerime kilitler. Hangi parmağına değmişse gözüm, o kendini bir kez daha geri çeker. İstemsiz bir hareket…

Gözleri gözlerimdeyken de olur.  Yüzünü seyrederim bazen o başkalarıyla konuşurken. Konuşmayı karşısındaki alıp ona bir şeyler anlattığında dahi ayırmam yüzümü ondan. Günden güne ne kadar uzarsa uzasın saçlarının nerede bittiğini bilirim. Benim onu izlediğimi fark edip sakallarını kaşımak için elini yüzüne götürür. Ellerine baktığımdaki kadar çekingen değildir parmakları. Kendilerine çok güvenirler bir anda. Ben de onu izlerken kendime çok güveniyorum. Şimdi hangi parmağını oynatmasını istiyorsam ona bakacağım diyorum ve bir anda gerçekleşiyor. Kukla gibi.. Hissetmekle alakalı ama her şey. Seviyorum böyle olmasını. Keşke o da beni böyle oynatacak cesareti bulabilse. İçinde korkular, soru işaretleri olmadan bakabilse yüzüme. Beni tanısa.

Uyuyor şimdi bebek gibi. Ve ben ona hiçbir şey yaptıramıyorum. Görmek istiyorum kendimi onda. Göremiyorum. Çok güçsüz hissediyorum. Birazdan ben de uykuya dalarım. İkimizde öldürürüz içimizdeki birbirimizi. Sabah olur uyandırırız yine. Gün çok kısa, gece çok uzun ve gece yine boğuyor beni. Keşke hiç uyumasak.

20091105

Kuyudan kendini...



Kendisine aşık biri, bu cümlelerinden anlaşılıyor. Bir kadını anlatırken aslında kendi sevme / tapma / hayal etme / değer verme yetisini ön plana çıkarıyor. Tüm erkeklerden nefret ederken kadınların karşısında tek olmak istiyor. Erkekleri hep bir sinirlilikle anımsıyor, kuyuya itiyor. Kendisini de itiyor bazen o kuyuya, ama çıkış yolunu kesinlikle çok çok iyi biliyor.

İnsan kendi kuyusunda hiç boğulmadı zaten. Boğulacağını zannedenler hep yanıldı. Bugünün yanılmışları başkalarının kuyularında boğulmayı daha iyi başarabildi. O kuyu aileydi, o kuyu en sevdiğiydi, başkasıydı. Kendi kuyusu yeterince derin olmayan herkes bir başkasınınkine çöreklendi. O başkası kendini mükemmel hissetti. Birileri onun tuzağına düşebiliyordu hala....

Ekim 11, 2009