20110628

The Story Of Adele (1975)

Yönetmen: François Truffaut
Oyuncular:  Isabelle AdjaniBruce Robinson




Hayaller Yalana

Aşklar Nefrete

Şan şöhretse Aşka yenik düşerse…


Yukarıdaki afişte de görüldüğü üzere -aslında- sırtını dönmüş bir adam 
ve aşkını gözünün önünden ayırmayan bir kadının hikayesidir film..

Victor Hugo’nun asil kızı Adele Hugo,
 1863 senesinde yaşadığı aşkın kırıntılarını toparlamak amacıyla Halifax’a gider.

Truffaut sinemasına yaraşır bir sapkınlıkla bağlı olduğu sevgilisi Pinson, 
Adele’yi görmeyi reddetmekle beraber, 
bir zamanlar evlenmeleri üstüne kurduğu o güzelim cümleleri de unutmuş, 
oldukça çatal yürekli bir adam olup çıkmıştır.


Ama Adele
–seven kadın,
her şeyi göze alıp sevdiği adamın yanına gelmiş kadın,
sevdiği için hayallerini yalana dönüştüren kadın,
eski aşkının şimdi bir nefretten ibaret olduğunu anlamak istemeyen kadın,
Pinson’un bu halini kabul etmek istemez...

Üstüne üstlük bu sapkın aşkın
Pinson’un ayağına kadınlar sermek,
başkasıyla evlenmemesi için ortalığı karıştırmak,
paralara boğmak,
ona ulaşacağını bildiği yollardan notlar bırakmak
ve
hayatının her anında her an karşısına çıkabilecek bir Adele yaratmak için elinden geleni yapar.



Adele bunların tümünün yalan olduğuna inanmadığı gibi,
babası Victor Hugo’nun da sevgisini hak etmediğine inandığı hayatının,
sevdiği adamın nefes aldığı sokaklarda geçmesi gerektiği inancıyla
bu aşkın onun dayanağı olacak tek şey olduğunu bize gösterir.

Gerçek bir yaşam öyküsünün aktarıldığı filmde Truffaut bunu hep yapıyor,


dedirtecek türden bir bağlılık gösteren kadın, 
sevdiği adamın ona dönmüş yüzünü tanımayacak hale gelene dek o sokaklarda nefes almaya devam eder.


Sevgi nesnesinin özneyle buluşamadığı durumlarda,
sevgiye olan açlığın ve kurulan hayallerin,
sevgisini hak edip etmediğini bile düşünmeden bu kadar körü körüne bağlılığı getirecek bir yaşam döngüsü sadece filmlerde olur demek üzereyken aklınıza takılan
 bu bir gerçek hikaye olmasıdır !



Bir replik:

Pinson:’Eğer beni sevseydin bu şekilde bencil bir biçimde değil.. Beni senle evlenmeye zorlamazdın.. Eğer birini seviyorsan, onun özgür olmasına izin verirdin.’

Bir Yorum:

Adele kendisini özgürleştiriyor bu sevgide...
Taa ki sevginin öznesine ihtiyaç duymadan sevmeyi kabullenene kadar...







20110625

Farklı işleyen algı sistematiğinin kör dansını izleyin diye bağırabilir şimdi herkes. 
Kuşkusuz iç sancılarının evrenini kargılayabilir insanlık bu sabah da.
Yüzeyine dokunulan her nesnenin iç titremesini kulaklarımızda çınlatabilir Tanrı.
Ve tüm birleşmelerin acı inlemeleriyle akıtabilir bizim içimizi.
Herkese aşina bünyemiz, aşina mezarlıklarda bir anda sadece ve sadece kendini yabancılasa!
Sussak da konuşulanlara bir cevap olsak sonra.
Tırmandığımız omuzlardan baksak aşağılara, sonra deniz diplerinden yukarılara...
Görmesek de, işitmesek de, hissetmesek de bir sarhoşluktu deyip geçsek dünyaya!


20110623

AZ üzerine Hakan Günday'a mektup



Kanadığım günden beri sana yazmıyorum. Sana senin isminle hitap da etmiyorum artık. Kör bir bakış oturdu içime, düşünsene, seni bile görmemekte. Dünyanın şekli hakkında fikir yürütmeyi geçmiş ahali, ben desem ya onlara işte aslında tam da yeri…

Size sizin cümlelerinizle cevap vermeyeli belki yıllar oldu. İlk kanamamın üzerinden seneler geçti ve siz hala geçemediniz. Aklımın bir köşesinde tüm insanlığın önünde saygıyla eğilmemi sağlayacak birkaç kişi var hala neyse ki… Ama sormayın şimdi, çünkü insanlık benden geçti.

Nereye gidecek olsak yüzümüze vuracak okyanuslar iyiden iyiye azaldı. Savuracak bir dem rüzgar, bizi çekip çevirecek sonbahar, tüm zamansızlığıyla bizim üzerimizi örtecek dünya yok artık.

Sözün bittiği yerlere geldik, en sevdiğim adamın bile artık yazamadığını duymak kadar koymuyor artık hiçbir şey.


Özetle, bir Derdâ tuttu beni. Dert gibi bir şeydi, içimi kemirdi. Yedi bitirdi. Kafamın içinde güvercinler saçıldı. Kanamam durdu. Derdâ’nın ağlaması durdu, Derda’sı doğdu. Keşke doğmasaydı da Derdâ, Derdâ kalsaydı. Yıktı, geçti. Bakın şu dünyada bir Hakan Günday bizden dünyaya esirdi, şimdi yazar oldu. Keşke dedim bir güz daha geçseydi, bu adamın üzerinden bir silindir daha geçseydi de bir bize bıyık altından gülümseseydi. Gülümseyemedi! Geçti gitti.

Yazarlığı bizden silindi, hele bir de bir yeni yetme daha Oğuz Atay’dan söz etmedi mi? Gözümüze sokmadı mı tüm o içsel nehrini, akışını, durağanlığını, karmaşasını, yazarlığın hazzını, doyum noktasını ve olmayan insanlığı! Halbuki tüm bunlar bundan önce olduğu gibi hep sessiz söylenirdi, Atay’ın ismini bile fısıldarken ürkerdik hala biz. Bundan öncesindeki yazdığı tüm kitaplarında vardı kelime aralarında tamam da, bu kadar bağırmak da şimdi neyin nesi?

Derdâ doğurdu ama artmadı. İkiye bölündü ama çoğalmadı. Bir Hakan Günday vardı Az’dan öncesi ve sonrası…. İki parça oldu içimiz, bir hiçtik biçimleştik. Haberin olsun Hakan Günday, biz bu kitaptan çıkıp gittik…


20110611

Vozvrashcheniye(2003)


The Return-Vozvrashcheniye

Yön:Andrei Zvyagintsev

Oyn: Vladimir Garin-Andrey
           Ivan Dobronravov-Ivan
         Konstantin Lavronenko-Baba
         Natalya Vdovina-Anne



Andrei Zvyagintsevin bu ilk uzun metrajlı filmi, estetik açıdan yönetmenin reklamcı kimliğinin vurgulandığı, hatta bu kimliğin bir sinema filminde pek çok dezavantaja dönüşebilecekken bunu tam tersi yöne oynadığı görülebilecek filmdir. Fotoğraf kareleriyle tamamlanmış, hatta bu karelerle özetlenmiş bir sinema filmi ortaya çıkarmaktadır rus yönetmen.

Anneleriyle yaşayan iki erkek kardeşin yıllar sonra eve dönen babalarıyla birlikte çıktıkları yolculuğu anlatan filmde, rus gelenk yapısının dini referanslarını da barındırdığı söyleniyor.. Filmde “baba”nın sadece bir fotoğraftan -ki bu gösterilmesi yasak bir fotoğraf ile ikon temsili adeta bir İsa figürü olarak gösteriliyor, ulaşılamaz kimse.

Filme bakış yönü bu doğrultuda olduğu  sürece Dönüş, dinsel bir alegori olarak karşımıza çıkıyor. İyi olup olmaması değil bakış açımızı değiştirecek hatta gerekirse bizi düşünürken yoracak bir film izlemiş olmanın önemini vurgulamaya çalışıyorum. İşte bu filmlerden biri de Dönüş’tür. Bu filmi “sadece” izlerseniz elde edeceğiniz hiçbir şey yoktur. Hatta oldukça uzun ve sıkıcı bile gelebilir.

Çocuklarıyla yaşayan anne de baba figürünün ayrı bir temsilidir çocukların üzerinde. Babanın olmaması söz konusu, asla bakılmayacak bir fotoğrafta kalması söz konusuyken, “Babanız içeride!” anı, tedirginliği çocukların baba özlemi içerisinde öfkelerini de koruma çabaları birer fotoğraf karesi niteliğindeki görüntülere yansıdıkça daha çok hissediyorsunuz ve filme dahil oluyorsunuz.



Babayı sadece çocuklarının gözünden görüyor olmak  filmin gidişatı içerisinde hakikaten yeterli deyiveriyorsunuz. Baba; tolerans tanımayan, ketum, haddinden fazla gizemli, (klasik rus aile yapısından gelen kutsalcılığıyla) hiyerarşist ve ahlakçı olduğu kadar; kanat geren, becerikli, iç-görüsü müthiş, oğullarının bakışlarından ne düşündüklerini, ne anlatacaklarını bilen ve bu duygusal bağı açığa vurmayan bir insandır.

Beraber çıktıkları yolculuğun sonrasında her bir kareyi für dikkat izlettiren film, az diyalog çok fazla mimik ve  görüntü kalitesiyle gerilimi had safhaya ulaştırmayı başarmıştır. Yolculukta çocuklardan küçük olanı İvan asidir, gel dersin gelmez, git dersin gitmez… Büyük çocuk Andrey babasına hayran hayran bakar, babası çağırdığında dolu dolu “efendim baba” sıyla görünen bir kişi. Baba, yeme içme balık tutma arasında ara ara, diyaloglarına ulaşamadığımız telefon görüşmeleri yapmaktadır, bunları yaparken de oğullarının üçüncü şahıslarla olan ilişkilerini test etmektedir. Demek ki diyalogların bir önemi yok... Bize verilmek istenen, bir babanın ayakları üzerinde durabilen çocuklar görmek istediğidir. Her ne kadar sert tavırlarla sevgisini belli etmek istemez görünse de, bi içeriden bakışla babadaki çocukları önemsiyor olduğu gerçeğini görmek gerçekten filmde verilen mesajlar arasındadır.

Ivan’ın asi tavırları Andrey’in babaya yamanmaya çalışıyor olması arasında iki kardeşin birbirleriyle aynı kaderi paylaştıkları “babasız geçen” günlerdeki samimiyetleri artık yok gibi görünmektedir.. Ta ki babanın Andrey’i balık tutmaktan geç döndükleri için arda arda attığı şamarlar üstüne Ivan’ın babasına “o ulaşılamaz insana” bıçak çekmesinden “Ona bir daha vuracak olursan seni öldürürüm!?” repliği bize filmin başındaki o kuleden denize atlayamayan İvan’ın masum ve ödlek imajını gözünde oluşturmuş abisine ayrı bir ders teşkil etmektedir. Ivan içindeki en büyük sancılı-sevgiye seni öldürürüm derken kendisini pek çok konuda   olduğu gibi bu konuda da aşacaktır.



Ve final. Mükemmel bir doğanın içerisinde harmanlanmış şiirsellik ve coşku dolu duygu fırtınası. Adada  o “kule”den bir tane var. İvan babasından kaçarak  koşar ve kuleye tırmanır, baba da peşinden… Ivan “kule”dedir artık, “atlanılması gereken yer” de. Ve ölüme yakındır Ivan değil artık Vanyadır O.

Ve  atlanılması gereken yerde, atlamak isteyen, hayattan atılması gereken veya katlanılması gereken duygular eşliğinde şaşkınlık beklenen final değildir.. Tüm hayat boyunca sürmesi beklenen bir sevgi-nefret ilişkisidir aralarındaki. Ve sürecek midir?

Anlamını ikinci kez izlediğimde çözebildiğim fotoğraf kareleriyle son bulur film..


yazının tarafımdan yazılma tarihi:10/2006

Söyleyin nasıl koşulur ki bizden uzağa?

Bu kapı değil öteki diye bağırsam da artık duymazsınız sesimi.

Bu söz değil öteki.
Bu bakış değil başkası.
Bu anlamak değil kedi.
Bu kapı değil kilit.

Yüzünüze açılan tüm kapılar benim artık.
Söylemeyeyim başka kimseye.
Ötekilerine.
Ötekiler bizi bizden alıyor,
bize sarıyor.

Sakıncalı sözlerin, kelimelerin en üst noktasında...
Yel değirmenleri dostlar söyleyin, gerçekten ne tarafta?

Ben aradıkça kaybolan yüzyıl bizimkisi.
Zaman geçtikçe geçmişe koyan.
Geçmişin üzerine yazan,
geçmişin üzerine yatan!

Söyleyin nasıl koşulur ki bizden uzağa?

Nedir her şeyin tersi sizin anlamınız?

Benimle yakarsan ya işte şimdi kırmızı güneş...
Miro ağıtlarından kalma Duino'ya aşık.
Bu ağıtlardan sonra bize geriye kalan bir kör nesil.
Biz kurt olduk ulanan namelerdeyiz.
Yüzümüzü güneşe dönsek  elimizdekiler gidecek.
Geceye üflesek yel değirmenleri küsecek.
Sözümüz ve uğurumuz bin hakikati eşer.
Nereden esti yine bu yel?

Soğukluk getirdim size gerçekten gramla.
Size, bize, en ufak temasında tüyleri diken diken edecek,
 nokta nokta alevlendirecek anneleriniz sizi.
Bir kaygı konacak adınıza,
bir kuş konacak ardınıza...

Nesil soluyun beyler! 
Kağıttan gemilere kaldık bu bahar da.
Yel değirmenleri ne tarafta?