20081217

anlam, bilinç, gelecek ve gıdaklamak üzerine


Hayatın geçmişine dair kurulan cümlelerin kalıplaşmaya başladığı gelecek anlarında, gözüme daha bir çirkin göründüğünü hissediyorum geçmişimin.

Geçmişte kalan ve pek çok çözümlemiş olduğum olay, şu an anlattırırken kendini yeni kelimelere ihtiyaç duymuyor. Hani bu bugün çok geçmiş bir zaman olabileceği gibi, aslında vakti zamanında hiç geçmeyecekmiş bir zaman olduğunu düşündüren bir şey olduğu yanılsamasını da beraberinde getiriyor.

Nasıl oldu, niye bu kadar ağır oldu, o zaman neden böyle göremedim, neden o günlerde yaşanan şey sürekli yeni düşüncelere ihtiyaç duyar ve beni kıvrandırırdı "bugün" anlayamıyorum. Çünkü bugün gayet müzmin edayla, durulmuşken, geçmişe dair bugün aklımda geçmişte kurcaladığım gibi kaç on tane düşünce var onları görüyorum ve işin açıkcası dostlar bu raddede,

...bedenim için üzülüyorum.

Onu düşünce yoğunluğundan boşaltamadığım sevgili beynim, yolları arşınladıkça yeni çelişkiler doğuran ayaklarım, sırtındaki kabuğun ağırlığından yere daha yakın durmayı en doğru yol olarak seçmiş omuzlarım ve tüm bunların içerisinde kimseye tam anlamıyla zaman ayıramadığından yakınan yüreğim..

Eskiden insanlara özen gösterirdim, şu an o özeni göstermek için bile zamanım yok. Keşke eskisi gibi olsa dediğim bir an da yok. Kalanlar hep yanımda ama geçmişe dönüp baktığımda bazı insanlara ne kadar zaman ayırdığımı, anlamaya çalıştığımı, çabaladığımı ve pek çok da yorulduğumu görüyorum.

İnsanlara dair hala bir ön yargım olduğu için değişmedi bu serüvenim. Sadece kendimi kendimle anlamlandırmaya, başkaları gözünde anlamlandırmaktan daha kalıcı olduğunu düşünerek başladım bu usüle. Sanırım.

Şimdi mutlu muyum?

Sadece geçmiş kırıntıları yokladıkça yorgunluk hissetmenin bilincindeyim, bir o kadar da şimdilerde yaşadığım farklı türlü hayatın ileri de yorgunluk getirip getirmeyeceğinin bilincinde değilim.

Zamanın göstereceği şeylere hiç şaşkınsız da hazır olduğumu hissediyorum. "Şaşırmamalıyım"ı cümlelerimin ardına yamıyorum.

Son durum değerlendirmesi:

Geçmişe dair bilinçliyim.
Gelecek, bilinçsizlik kümesi içinde gıdaklıyor.
Şaşkınlık artık benim için hiç bir anlam ifade etmiyor.

20081209

Allegro (2005)




Yönetmen:
Christoffer Boe
Oyuncular: Ulrich Thomsen… Zetterstrøm
Helena Christensen… Andrea




Çizgilerden karelere, resimlerden görüntülere, aktarımı bol, etkisi günlerce sürecek bir filmdir Allegro. Christoffer Boe’yu Reconstruction/Beni yeniden Sev filminde de olduğu gibi bilinçaltı yaklaşımlarını sunduğu Allegro filmi yine beni benden alıp götürmüştür.


“-Ben seni sevdiğimi söylediğimde, bana inanıyor musun?
-Bilmiyorum.”


Yetenekli piyanist Zetterstrøm sanatını icra etmek için yaratmak zorunda olduğu aşkı bulmuştur. Sevdiği kadına “sen olmasaydın seni yaratırdım.” diyerek onun yanında olmasının doğru olduğuna inanan ama daha fazlası için çaba harcamayan birinin portresini çizmektedir.


Bir sevgili düşünün, onun hemen arkanızda sizi izlediğini bildiğiniz için bu kadar güzel yaşayabiliyor, bir imgesellik katılmış filme dönersek onun sayesinde piyanoyu bu kadar güzel çalabiliyorsunuz. Onun orada olduğunu bildiğiniz için hayat anlamlı. Ama bir gün onun orada olduğunu zannederek sürdürmek zorunda bırakılıyorsunuz hayatı. Sonra ise o tamamen yok oluyor. Hayata devam ediyorsunuz. Ya da ettiğinizi zannediyorsunuz.





Karanlık olsun istiyorsunuz belki o piyanonun başına oturduğunuz vakit insan yüzlerinin. İnsanların bir önemi olmamaya başlıyor sizin için. Ve kabul ediliyor. Çünkü sen istiyorsun ve hayat senin hayatın. Bir imgesellikle, Zetterstrøm piyanoyu karanlıkta çalan ünlü bir piyanist olup çıkıyor.


O karanlıklar onun geçmişini barındırıyor. Hiçbir şey hatırlamıyor karanlıklara dair. Unuttuğunu düşünüyor. Bir şeyler kendini hatırlatana dek.


“Sonsuzluğun evrene değil, kendi içine uzandığı” bir bölgedir Konpenhag içindeki “Zone”. İçerisinde hayatlar var ve pek çok da anlam. Dokunulmaz, erişilmez. Bugüne dek yüzünü dönmek istemediği geçmişi de o bölgenin içinde Zetterstrøm’un. Erişilemez, üstelik koruma altında. Kendisi tarafından bir sandığa tıkıştırılmış mazisi meğerse bugün hala yanıbaşında.



Zetterstrøm’un hayatının geçmişine tutmak istemediği ışıkları beyazperdeye bir bir yansımakta. Bize verilen bu kurgunun mimarı bir anlatıcı rolünde filmde yer almakta. Merak ettiğimiz her bir soru Zetterstrøm’un da zihninde eş zamanda canlanırken filmde o erişilemez şehrin bir parçası da bizim vakti zamanında bir kenara koyduklarımıza, uzaklaştıklarımıza göndermeler içererek sandığı aralamakta.




Üstünü kalın çizgilerle çizmek zorunda kaldığımız geçmişimizin ikinci şansı olabilir mi? Ya da "Hayatta kaç tane ikinci şansın olur?" Söz konusu şey geçmişse, bu gerçekten şans mıdır?


Allegro sözlükte, “Bir parçanın canlı, neşeli ve hızlı çalınacağını anlatır.” olarak geçmekte. Filmde ise hayatımızın can alıcı olaylarını barındıran ve unutmak istediğimiz geçmişin aklımıza geldiği vakit nasıl da müziğin tonunun yükseldiğini anımsarsak sanırım bir anlam oluşturabiliriz. Filmin kurgusu içerisine Christoffer Boe'nun Reconstruction filmindeki Simone karakteri de sıkıştırılmıştır ki, bu çok çok çok ayrı bir tad verir izleyene. Geçmiş dediğinin sonu yok neticede...


Çok mu imgesel oldu anlatımım. Neyse siz bir de filme bakın..


“- Seninle kendimi neredeyse insan gibi hissediyorum.
- Neredeyse?
- Abartmaya gerek yok.”


20081208

Anayurt Oteli/ Yazar: Yusuf Atılgan


Yusuf Atılgan Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000) adlı üç birbirinden değerli romana sahip bir yazardır. Canistan romanını tamamlayamamış olsa da şu an YKY'den bu romanı edinmek mümkündür.

Aylak Adam'la sıradan hayatlara nasıl da ayrıntılarda saklı anlamlar yüklediğini gözlemlediğim bir yazar olmuştur Yusuf Atılgan. Bu romanı her erkeğin okuması gereken bir kitap gözüyle bitirmiş ve bugüne dek pek çok arkadaşıma da okuması yolunda tavsiyelerde bulunmuşumdur.

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan'ın ikinci romanı olup, sıradan bir otel işletmecisi Zebercet'in gözünü ilk açtığı andan beri içinde bulunduğu bu otele, hayatına isyan edercesine isyan etmesini konu alır. Otelin bir gün boşalan, başka bir gün tekrar dolan odalarına Zebercet'in kendi isteği ile kimseyi kabul etmemesine varan bir kararıyla birlikte tanık oluruz. Kimseyi otele kabul etmemesine rağmen odaları yine dolu göstermesi, hatta bir sene evvel o günlerde kalmış kişilerin ertesi sene tekrar kalmışcasına Zebercet tarafından not edilmesi, aslında o otele girip çıkanların hepsinin birbirine benzemeye başladığını hisseden Zebercet'in gözünden aktarımıdır bir nevi.

Her gelenin tekrar gelmişcesine yazılmaya başladığı günler, Zebercet'in gecikmeli Ankara treni ile gelen-adını dahi bilmediği- kadını tekrar görmeyi umduğu zamanla başlar. O kadına dair cinsel fantaziler kuran Zebercet, sıradan fakat hiç şikayetçi olmadığı hayatına bir dönüm noktası koyan bu insana ulaşmaya çalışır. Ona ulaşmak isterken, yine bu otelin kendisini hayatın içinden çekip çıkardığı nereye giderse gitsin tekrar otele döndüğü ve bir tür çıkmaza dönüştüğünü gözlemler. Kendisine bağlı olan diğer canlıları bir bir öldürmesine rağmen Anayurt Oteli'nden sıyrılamadığı bir kaosa dönüşür hayatı. Belki geçen yıl gelen kişileri tekrar gelmişcesine yazmak ona o kadının geldiği güne tekrar dönme umudunu barındırmaktadır, bu umut yine romanın içinde saklıdır.

Bugüne dek otele gelenlerin notlarını tuttuğu ve her defasında polise teslim ettiği insan isimlerinin aslında hiçbir işe yaramadığını hissettiği, hayatına son verdiği kadının değil kedinin yüzünden sorgulandığını gördüğü, kendini boşlukta savururken bir kez tutunduğu insanın ikinci kez orada olmayaşını fark etmesiyle Zebercet'in asla unutmayacağı ama onu tanıyanların çabucak bir kenara kaldırıp atacağı hayatının anlatımıdır roman.

Yusuf Atılgan'ın klasik tasvir seven yönü bu romanında da ortaya çıkarken, yine Aylak Adam'da olduğu gibi isimlerin değil hayatların kalıcılığı oluşturulmuş ve bize yansıtılmaktadır. Ömer Kavur yönetmenliğinde 1986 yılında filme de uyarlanıp pek çok ödül almıştır, Anayurt Oteli.

Keyifli okumalar..

20081206

Düşünkara Fanzin 6.sayı yayında...




Artık abonelik mi almaya başlasak diye kara kara düşünmeye başladığımız Düşünkara 6.sayımız yayında...

Bu sayıda;

Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Mert, fanzide dikkat çekici kapak tasarımıyla yer aldı.

İstanbullu Anlaşılamamak Fanzin editörü Murat'ı Matruşka isimli yazısı ile konuk ettik.

Bir Düşünkara müdavimi iken yazar olmak istediğini belirten (Ö.E.) , bizi çok sevindirdi. Ona da yer verdik.

Piyanist, hatırladıklarını paylaştı, yazısında biraz Ankara'yı biraz İstanbul'u anlattı. Ama daha çok kendi içinden bir parçalar koydu ortaya.

Henüz cinsiyetini çözemediğim esrarengiz yazarımız Seyyah, sizin fanzindeki yazısını okuyup bana yardımcı olmanızı istedi.

Ke-n-di Sakini ise kısa ama umut dolu yazısı ile renk kattı.



Ve olmazsa olmaz yazarlarımız Abi&Kardeş, Kültür Sepeti, Yağmur Güncesi, Sert Sessiz, Aynadaki Yansıma, Zafer Işık bu sayıda da bizlerleydi.

Ve bir film bir kitap köşemiz her zamanki yerini aldı, Beytepe Kaplumbağası tarafından oluşturulan yazıyla..

Sanırım sayfa sayısının arttığını sen de fark etmişsindir bu kadar yazarı bir arada görünce. Ederini sabit tutup daha bir çeşitlilik meydana getirmeyi yeğledik.

İyi-kötü her tür eleştrinizi paylaşmanız mutlu edecektir. İyi okumalar..

Yer aldığı noktalar ya da üçleme sokağı detayları:(şimdilik)

* Ankara Kültür Evi (Konur Sok Leman Cafe üstü)
* Turhan Kitabevi (Yüksel ve Konur'u birbirine bağlayan köşede)
* Baykuş Cafe ( Ankara Kültür Evi'nin üstü)
* Ardıç Kitabevi(Turhan Kitabevi üstü)
*Eylül Kültür Sanat Ortamı(Konur 2 Sokak 35/6)
*Beytepe Beycafe
*Beytepe (Çarşı giriş kat) Zen kafe

* veya Ankara'da bir sokakta her an her yerde....
*

*


* Not: Şehir dışından erişmek isteyenlere itinayla kargo gönderilir...