20081217

anlam, bilinç, gelecek ve gıdaklamak üzerine


Hayatın geçmişine dair kurulan cümlelerin kalıplaşmaya başladığı gelecek anlarında, gözüme daha bir çirkin göründüğünü hissediyorum geçmişimin.

Geçmişte kalan ve pek çok çözümlemiş olduğum olay, şu an anlattırırken kendini yeni kelimelere ihtiyaç duymuyor. Hani bu bugün çok geçmiş bir zaman olabileceği gibi, aslında vakti zamanında hiç geçmeyecekmiş bir zaman olduğunu düşündüren bir şey olduğu yanılsamasını da beraberinde getiriyor.

Nasıl oldu, niye bu kadar ağır oldu, o zaman neden böyle göremedim, neden o günlerde yaşanan şey sürekli yeni düşüncelere ihtiyaç duyar ve beni kıvrandırırdı "bugün" anlayamıyorum. Çünkü bugün gayet müzmin edayla, durulmuşken, geçmişe dair bugün aklımda geçmişte kurcaladığım gibi kaç on tane düşünce var onları görüyorum ve işin açıkcası dostlar bu raddede,

...bedenim için üzülüyorum.

Onu düşünce yoğunluğundan boşaltamadığım sevgili beynim, yolları arşınladıkça yeni çelişkiler doğuran ayaklarım, sırtındaki kabuğun ağırlığından yere daha yakın durmayı en doğru yol olarak seçmiş omuzlarım ve tüm bunların içerisinde kimseye tam anlamıyla zaman ayıramadığından yakınan yüreğim..

Eskiden insanlara özen gösterirdim, şu an o özeni göstermek için bile zamanım yok. Keşke eskisi gibi olsa dediğim bir an da yok. Kalanlar hep yanımda ama geçmişe dönüp baktığımda bazı insanlara ne kadar zaman ayırdığımı, anlamaya çalıştığımı, çabaladığımı ve pek çok da yorulduğumu görüyorum.

İnsanlara dair hala bir ön yargım olduğu için değişmedi bu serüvenim. Sadece kendimi kendimle anlamlandırmaya, başkaları gözünde anlamlandırmaktan daha kalıcı olduğunu düşünerek başladım bu usüle. Sanırım.

Şimdi mutlu muyum?

Sadece geçmiş kırıntıları yokladıkça yorgunluk hissetmenin bilincindeyim, bir o kadar da şimdilerde yaşadığım farklı türlü hayatın ileri de yorgunluk getirip getirmeyeceğinin bilincinde değilim.

Zamanın göstereceği şeylere hiç şaşkınsız da hazır olduğumu hissediyorum. "Şaşırmamalıyım"ı cümlelerimin ardına yamıyorum.

Son durum değerlendirmesi:

Geçmişe dair bilinçliyim.
Gelecek, bilinçsizlik kümesi içinde gıdaklıyor.
Şaşkınlık artık benim için hiç bir anlam ifade etmiyor.

20081209

Allegro (2005)




Yönetmen:
Christoffer Boe
Oyuncular: Ulrich Thomsen… Zetterstrøm
Helena Christensen… Andrea




Çizgilerden karelere, resimlerden görüntülere, aktarımı bol, etkisi günlerce sürecek bir filmdir Allegro. Christoffer Boe’yu Reconstruction/Beni yeniden Sev filminde de olduğu gibi bilinçaltı yaklaşımlarını sunduğu Allegro filmi yine beni benden alıp götürmüştür.


“-Ben seni sevdiğimi söylediğimde, bana inanıyor musun?
-Bilmiyorum.”


Yetenekli piyanist Zetterstrøm sanatını icra etmek için yaratmak zorunda olduğu aşkı bulmuştur. Sevdiği kadına “sen olmasaydın seni yaratırdım.” diyerek onun yanında olmasının doğru olduğuna inanan ama daha fazlası için çaba harcamayan birinin portresini çizmektedir.


Bir sevgili düşünün, onun hemen arkanızda sizi izlediğini bildiğiniz için bu kadar güzel yaşayabiliyor, bir imgesellik katılmış filme dönersek onun sayesinde piyanoyu bu kadar güzel çalabiliyorsunuz. Onun orada olduğunu bildiğiniz için hayat anlamlı. Ama bir gün onun orada olduğunu zannederek sürdürmek zorunda bırakılıyorsunuz hayatı. Sonra ise o tamamen yok oluyor. Hayata devam ediyorsunuz. Ya da ettiğinizi zannediyorsunuz.





Karanlık olsun istiyorsunuz belki o piyanonun başına oturduğunuz vakit insan yüzlerinin. İnsanların bir önemi olmamaya başlıyor sizin için. Ve kabul ediliyor. Çünkü sen istiyorsun ve hayat senin hayatın. Bir imgesellikle, Zetterstrøm piyanoyu karanlıkta çalan ünlü bir piyanist olup çıkıyor.


O karanlıklar onun geçmişini barındırıyor. Hiçbir şey hatırlamıyor karanlıklara dair. Unuttuğunu düşünüyor. Bir şeyler kendini hatırlatana dek.


“Sonsuzluğun evrene değil, kendi içine uzandığı” bir bölgedir Konpenhag içindeki “Zone”. İçerisinde hayatlar var ve pek çok da anlam. Dokunulmaz, erişilmez. Bugüne dek yüzünü dönmek istemediği geçmişi de o bölgenin içinde Zetterstrøm’un. Erişilemez, üstelik koruma altında. Kendisi tarafından bir sandığa tıkıştırılmış mazisi meğerse bugün hala yanıbaşında.



Zetterstrøm’un hayatının geçmişine tutmak istemediği ışıkları beyazperdeye bir bir yansımakta. Bize verilen bu kurgunun mimarı bir anlatıcı rolünde filmde yer almakta. Merak ettiğimiz her bir soru Zetterstrøm’un da zihninde eş zamanda canlanırken filmde o erişilemez şehrin bir parçası da bizim vakti zamanında bir kenara koyduklarımıza, uzaklaştıklarımıza göndermeler içererek sandığı aralamakta.




Üstünü kalın çizgilerle çizmek zorunda kaldığımız geçmişimizin ikinci şansı olabilir mi? Ya da "Hayatta kaç tane ikinci şansın olur?" Söz konusu şey geçmişse, bu gerçekten şans mıdır?


Allegro sözlükte, “Bir parçanın canlı, neşeli ve hızlı çalınacağını anlatır.” olarak geçmekte. Filmde ise hayatımızın can alıcı olaylarını barındıran ve unutmak istediğimiz geçmişin aklımıza geldiği vakit nasıl da müziğin tonunun yükseldiğini anımsarsak sanırım bir anlam oluşturabiliriz. Filmin kurgusu içerisine Christoffer Boe'nun Reconstruction filmindeki Simone karakteri de sıkıştırılmıştır ki, bu çok çok çok ayrı bir tad verir izleyene. Geçmiş dediğinin sonu yok neticede...


Çok mu imgesel oldu anlatımım. Neyse siz bir de filme bakın..


“- Seninle kendimi neredeyse insan gibi hissediyorum.
- Neredeyse?
- Abartmaya gerek yok.”


20081208

Anayurt Oteli/ Yazar: Yusuf Atılgan


Yusuf Atılgan Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000) adlı üç birbirinden değerli romana sahip bir yazardır. Canistan romanını tamamlayamamış olsa da şu an YKY'den bu romanı edinmek mümkündür.

Aylak Adam'la sıradan hayatlara nasıl da ayrıntılarda saklı anlamlar yüklediğini gözlemlediğim bir yazar olmuştur Yusuf Atılgan. Bu romanı her erkeğin okuması gereken bir kitap gözüyle bitirmiş ve bugüne dek pek çok arkadaşıma da okuması yolunda tavsiyelerde bulunmuşumdur.

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan'ın ikinci romanı olup, sıradan bir otel işletmecisi Zebercet'in gözünü ilk açtığı andan beri içinde bulunduğu bu otele, hayatına isyan edercesine isyan etmesini konu alır. Otelin bir gün boşalan, başka bir gün tekrar dolan odalarına Zebercet'in kendi isteği ile kimseyi kabul etmemesine varan bir kararıyla birlikte tanık oluruz. Kimseyi otele kabul etmemesine rağmen odaları yine dolu göstermesi, hatta bir sene evvel o günlerde kalmış kişilerin ertesi sene tekrar kalmışcasına Zebercet tarafından not edilmesi, aslında o otele girip çıkanların hepsinin birbirine benzemeye başladığını hisseden Zebercet'in gözünden aktarımıdır bir nevi.

Her gelenin tekrar gelmişcesine yazılmaya başladığı günler, Zebercet'in gecikmeli Ankara treni ile gelen-adını dahi bilmediği- kadını tekrar görmeyi umduğu zamanla başlar. O kadına dair cinsel fantaziler kuran Zebercet, sıradan fakat hiç şikayetçi olmadığı hayatına bir dönüm noktası koyan bu insana ulaşmaya çalışır. Ona ulaşmak isterken, yine bu otelin kendisini hayatın içinden çekip çıkardığı nereye giderse gitsin tekrar otele döndüğü ve bir tür çıkmaza dönüştüğünü gözlemler. Kendisine bağlı olan diğer canlıları bir bir öldürmesine rağmen Anayurt Oteli'nden sıyrılamadığı bir kaosa dönüşür hayatı. Belki geçen yıl gelen kişileri tekrar gelmişcesine yazmak ona o kadının geldiği güne tekrar dönme umudunu barındırmaktadır, bu umut yine romanın içinde saklıdır.

Bugüne dek otele gelenlerin notlarını tuttuğu ve her defasında polise teslim ettiği insan isimlerinin aslında hiçbir işe yaramadığını hissettiği, hayatına son verdiği kadının değil kedinin yüzünden sorgulandığını gördüğü, kendini boşlukta savururken bir kez tutunduğu insanın ikinci kez orada olmayaşını fark etmesiyle Zebercet'in asla unutmayacağı ama onu tanıyanların çabucak bir kenara kaldırıp atacağı hayatının anlatımıdır roman.

Yusuf Atılgan'ın klasik tasvir seven yönü bu romanında da ortaya çıkarken, yine Aylak Adam'da olduğu gibi isimlerin değil hayatların kalıcılığı oluşturulmuş ve bize yansıtılmaktadır. Ömer Kavur yönetmenliğinde 1986 yılında filme de uyarlanıp pek çok ödül almıştır, Anayurt Oteli.

Keyifli okumalar..

20081206

Düşünkara Fanzin 6.sayı yayında...




Artık abonelik mi almaya başlasak diye kara kara düşünmeye başladığımız Düşünkara 6.sayımız yayında...

Bu sayıda;

Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Mert, fanzide dikkat çekici kapak tasarımıyla yer aldı.

İstanbullu Anlaşılamamak Fanzin editörü Murat'ı Matruşka isimli yazısı ile konuk ettik.

Bir Düşünkara müdavimi iken yazar olmak istediğini belirten (Ö.E.) , bizi çok sevindirdi. Ona da yer verdik.

Piyanist, hatırladıklarını paylaştı, yazısında biraz Ankara'yı biraz İstanbul'u anlattı. Ama daha çok kendi içinden bir parçalar koydu ortaya.

Henüz cinsiyetini çözemediğim esrarengiz yazarımız Seyyah, sizin fanzindeki yazısını okuyup bana yardımcı olmanızı istedi.

Ke-n-di Sakini ise kısa ama umut dolu yazısı ile renk kattı.



Ve olmazsa olmaz yazarlarımız Abi&Kardeş, Kültür Sepeti, Yağmur Güncesi, Sert Sessiz, Aynadaki Yansıma, Zafer Işık bu sayıda da bizlerleydi.

Ve bir film bir kitap köşemiz her zamanki yerini aldı, Beytepe Kaplumbağası tarafından oluşturulan yazıyla..

Sanırım sayfa sayısının arttığını sen de fark etmişsindir bu kadar yazarı bir arada görünce. Ederini sabit tutup daha bir çeşitlilik meydana getirmeyi yeğledik.

İyi-kötü her tür eleştrinizi paylaşmanız mutlu edecektir. İyi okumalar..

Yer aldığı noktalar ya da üçleme sokağı detayları:(şimdilik)

* Ankara Kültür Evi (Konur Sok Leman Cafe üstü)
* Turhan Kitabevi (Yüksel ve Konur'u birbirine bağlayan köşede)
* Baykuş Cafe ( Ankara Kültür Evi'nin üstü)
* Ardıç Kitabevi(Turhan Kitabevi üstü)
*Eylül Kültür Sanat Ortamı(Konur 2 Sokak 35/6)
*Beytepe Beycafe
*Beytepe (Çarşı giriş kat) Zen kafe

* veya Ankara'da bir sokakta her an her yerde....
*

*


* Not: Şehir dışından erişmek isteyenlere itinayla kargo gönderilir...

20081122

hiç bir telaşım olmadan bomboş oturmak istiyorum.
bakmak istiyorum bomboş.
kafamdakileri boşlamak istiyorum.


vitesi boşa alıp arabayı durdurmak.


direksiyon sınavını da geçtim bu arada :)

Tospağa kaşınıyor no 2: Din

İnanç. Hani şu din ile bağdaştırılan ama aslında sadece din ile ilgili olmayan sözcük.

Çok bohem bir konu değildir kendisi. Herkes kendince inanıyor neticede. Ben burda din ile ilintili olanından bahsedeceğim size.

Etrafta bir tür dayatma, öğretme, yanlışlama, kötüleme metodu kullanılıyor inanca dair. Hani bu metodları ne gibi durumlarda olduğuna zaten biliyor olduğunuzu düşünerekten değinmeyeceğim.

Bilmedikleri ya da yadsıdıkları şey; inanmanın sadece eylemi gerçekleştiren kişinin kendisine yarar getirdiğidir.

Bir başka şey de; inanmak eylemi inanmayanı yargılamayı da reddeder.

Bunu farkında olmayan bünyeler dayatma eylemine girer.

Bu beni çok sinirlendirir.

Tercih meselesidir. "İnanmak" ne demek bilmeyenlerden sınıfındakiler bunu bilmek istemez.

Kişi ister inanır ister inanmaz,bunu fak edemez.

Açıkcası burada kendi kimliğimi açık etmiyorum. Bu yolu pek yararlı bulmuyorum.

Sadece insanları dini yüzünden sınıflara ayırmanın yanlışlığına ve doğru yolu gösteriyor olduklarını zannedenlerin de saçmalığına değinmeye çalışıyorum.

Bir doğru yol vardır o da kişinin tercih ettiği yoldur.

Bazen söylemler dolaşır ortalıkta. İnanılan şeye dair. Sonra inananlar "vay efendim" etkileşimine girip ahkam keserler. İnanılan şey o kadar büyüktür ki birileri "üf" dese yıkılacak bir şey de değildir.

Bir de bunu anlaşılsa zaten hiç sorun yaşamayız bu yolda...

Bir de din konusunda "dogma" yönü, yani konuşulamaz tartışılamaz yönü, sadece inananların içerisinde makbuldür. İnanmayan biri istediği gibi konuşup tartışabilir. Bu pek çok şeyde böyledir.

Bundan inananlara bir zarar gelmez bu anlaşılmalıdır. İnanmayan istediği tedbili mekanda borusunu öttürebilir. İnananın ona karşılık bir şeyler öğretmeye çalışması yanlış ve saçmadır. Savunma mekanizmalarının kullanıldığı yön sadece kendisine yarar getiren yöndür. Başkasının anlaması da mümkün değildir. Çünkü bir kez inanmamıştır.


Öyle işte.

bknz. a



20081116

Semerkant/ yazar: Amin Maalouf



Semerkant

Yazar: Amin Maalouf





1949 Lübnan doğumlu Amin Maalouf, yazarın üm kitaplarını okumam gerektiğine bir kez daha inandığım kitabı Semerkant’ta yine bambaşka bir dünyanın tozunu yutturmayı başarmış bir yazardır.





Amin Maalouf’un Doğu ülkesi İran’dan başlayıp Batı cephesi Amerika ile bütünlediği bu romanında, oldukça hoş bir sentez yakalamak mümkün. Roman, 1072 yılında Hayyam’ın Semerkant’ından başlayan ve 1912’de Atlantik’e kadar süregelen ve Hayyam’ın Semerkant yazması ile geçmişi bugünün içinde yaşatan bir kurgu ile karşımıza çıkıyor. El yazmasının Hayyam’ın elinden oluşturulduğu günlerde dahi ne çok ilgi gördüğü bir yana, onu ele geçirmeyi amaç edinmiş bazı hin ve saf fikirliler çerçevesinde elden ele dolaşması, yazmanın yazıldığı anla, yazmanın sürüklendiği 800 küsür yıl sonrasında bile İran hakkında ilginç yaklaşımlar vermesine sebep olmaktadır. Hala değişmemiş olduğunu okuyucu ve kurgu içerisindeki roman kişilerinin de görmesi, 2008 yılında da bir baş roman kahramanı olarak beni yerleştirmiş olmasının getirisidir. Ve işte roman bu denli içine almayı başarmıştır okuyucuyu. Amerika’dan yazmayı aramaya giden ve ona hak ettiği değeri vereceğine inandığımız Lessage; Nişapurlu Ömer’in gökbilimci, matematikçi, tıp bilimcisi olarak sınırları aşmış ününü bilen tanıyan biridir. Ve tek amacı kayıplara karıştığı iddia edilen bu yazmayı bulmaktır. Bu yolda çok iyi tanımaya başladığı İran’dan atılmaya varan bir serüven içine girer. Tanıştığı İran’lı bayan Şirin’le zamanında Hayyam’ın satırlarının ilhamı Cihan'la olduğu gibi bir aşk yaşar. Okudukça Amerikalı gazetecinin binbir gece masallarını aratmayan macerasına tanık oluruz.





Ömer Hayyam’ın rubailerine de ara ara kitapta yer veren Amin Maalouf, onunla ilgili bize sunduğu benim de ilgimi çeken araştırma X bilinmeyen kelimesinin onun buluşu olduğunu açığa çıkarmasıdır. "Şey" kelimesi Farsça Xay diye yazılırmış, bunun kısaltılması da X olmuş. Ve bugüne süregelmiştir.





Semerkant yazmasının serüveni bizim de çok iyi tanıdığımız Titanic gemisiyle sonlandır(ma)yan Amin Maalouf, belki kurtulanlar arasında yazmanın umudunu ama yazmaya duyulan aşkın ise Titanic ile birlikte Atlantik okyanusu dibinde çıpa attığını ve sabitlendiğini anlatmaya çalışmaktadır.





“Titanic güvertesinde Rubaiyat! Batı’nın gözbebeği Doğu’nun nadide çiçeğini taşıyor! Hayyam, bize nasip olan şu güzel ânı keşke kalkıp görebilseydin!”







20081109

“Mustafa”





“Mustafa”

Künye:

Yapım yılı: 2008

Süre: 115'

Yazan ve Yöneten: Can DÜNDAR

Özgün Müzik: Goran BREGOVİC

Yardımcı Yönetmen: Hacı Mehmet DURANOĞLU

Görüntü Yönetmeni: Candan Murat ÖZCAN

Kurgu: Andreas TRESKE

Görsel Efekt - Animasyon: Uğur ERBAŞ

Yapımcı: Dilek DÜNDAR

Atatürk Seslendirme: Yetkin DİKİNCİLER



Gösterime girdiği günden bu yana herkes zihninde Can Dündar’ın yaptığı Mustafa belgeseline dair tüm olumsuz yorumları kazımış insanlar filmi izliyor ya da izlememek üzere resti çekiyor.



29 Ekim günü gösterime giren Can Dündar yapımı Mustafa filmi hakkında “olumlu” yorum yürütmek maalesef cesaret işi. İnsanlar her yorumunuza karşı filmden bir cümle ile cevap veriyor ve sizi takatsiz bırakabiliyor. İzleyen, izlemeyen pek çok kişi, “ağzı olan konuşuyor” sözünü doğrularcasına konuşuyor. Keza bu hakkı hepimizin ortak noktada buluşup sevdiği, saydığı, inandığı Atatürk için yapıyor. Bazıları bunun dozunu biraz kaçırıp büyük cesaret göstermiş ve ortaya bir ürün koymuş olan Can Dündar’ı yaftalıyor.

Tüm bu buhranları bir yana bırakmak bu belgesel hakkında bir yazı yazmaktayken maalesef mümkün değil. Bizlere sunulmuş olan bu belgeseli bir ürün olarak görüp, empati kurarak anlama yoluna gidilmeli diye düşünüyorum.



Geçmişten günümüze Türkiye’de Atatürk’ü hep tarih kitaplarında anlatılan icraatlarıyla öğrendik ve onun adını sıklıkla andık, zaten onu anmadan tarihi anlatmak mümkün değildir. Zaman zaman onunla aynı dönemde yaşamış olmayı arzuladık. Bu şansa bizim gibi erişememiş olan Can Dündar “Sarı Zeybek”(1993) belgeseli sonrasında Atatürk ile ilgili kitaplar yazmaya devam etti. Yaptığı belgeseli ortaokulda/lisede 10 Kasım’larda izlemişlerden ve hüzünlenerek ayrılmışlardan biri de benim.



Benim gibi pek çok insan Atatürk’ün son üç yüz gününü anlatan Sarı Zeybek belgeseliyle Can Dündar’ı bir kez daha sevmiştir. Dolayısıyla yine onun elinden çıkacak olan belgeseli hepimiz büyük bir heyecanla bekliyor ve sağda solda izlenmeli özlü cümleler kuruyorduk.











Bu süreçte filmin gösterime girmesinden tam bir gün önce ortaya atılan Türkcell’in desteğini çekmiş olmasına da kızmıştık. Filmi gösterime girmeden bir hafta önce aldığım biletle tam 29 Ekim günü önyargısız olarak filmi izledim. Ve Mustafa’da, Sarı Zeybek’teki kadar olmasa da bir parça hüzünlendim. Bilhassa "Beni hatırlayınız." sözü orda olduğuma mutlu olmama sebep oldu.





Öncelikle Atatürk’ün bir filme sığmayacak kadar büyük bir lider olduğunu düşünüyordum ki Can Dündar filmin Altın Portakal Film Festivali galasında, filmin alsında 6 saat olduğunu ve iki saate sığdırmak için çok uğraştıklarını belirtmişti ki içim rahattı. Sonrasında filmi izlerken tek düşündüğüm şey bizim bildiğimiz büyük Atatürk icraatlarını bilmediğimiz şekillerde anlatıyor ve daha evvel kurulmamış cümleler sarf ediyor olduğuydu. Selanik’ten Dolmabahçe’ye kadar hayatını başından sonuna mercek altına alan, onu şablonlardan uzak olarak askeri, siyasi, insani boyutlarıyla anlatan bir filmin eksikliğini kapatma ihtiyacı duymuştu. Bu noktaları fark ettikten sonra filmin gösterimi sonrası insanların neden filme bütün olarak bakamadığını ve sürekli filmden cümleler cımbızladığını daha iyi anladım. Daha evvel duymadıkları sıfatlar tanımlamalar insanları bir sorun/yanlış/karalama malzemesi aramaya itmişti. Çünkü bugüne dek güvendiği dağlara kar yağmış bir millettik neticede. Bugün böyle, yarın öyle felsefesi medyatik olmuş isimler arasında sıkça görülen bir durumdu. Bu yolda Can Dündar neden bu isimlerden biri olmasındı? Üstelik mevzuu Atatürk olunca kalkanlarını en kırılma noktasına kadar kullanan bir milletiz. Onunla ilgili iyi cümleler kuranın azaldığı da bir dönemdeyiz.



Bunlar düşünüldüğünde Mustafa filminin aldığı tepkilerin neden bu kadar çok olumsuz ve kırıcı tutum olarak sergilendiği ortadaydı. Ama aslında film, ülkemiz insanlarının sıradan başlayan hayatlarının kendi hür iradesiyle bir şeyleri değiştirmeye vakıf bir güce de sahip olduğunu anlatan bir film gözüyle izlenmeliydi. Atatürk’ün Mustafa Kemal Atatürk olmadan evvel hepimiz gibi “sıradan” başlayan hayatıyla, korkuları ve yalnızlıklarına rağmen onun ileri görüşlülüğü ve cesareti sayesinde bugünkü Cumhuriyet temellerinin atılmasını sağlayan benzersiz bir lider olduğu anlaşılmalıdır.



O dönemde çıkar politikaları gözeterek yaptığı atılımlar onun ırk, din, dost ayrımı yapmadan birlik olmaya çağırdığı, halka “nabza göre şerbet veren” bunun sayesinde de pek çok kapıyı kolaylıkla açan ve o dönemki çeşitli etnik kökenli halkın mantığına hükmeden ve birlik olma yolunu gösteren bir Mustafa’yı anlatan filmdir. Kendisi ile birlik olmayanları yeri geldiğinde sert biçimde aldığı ve yaptırımlar uygulama yoluna gittiği kararların an ve an resmi çizilmiştir filmde. Tüm bu davranışlarıyla da tanıdığımız Atatürk, birleştirici ve tartışmasız bir liderin olması gereken en önemli özellikleridir.



Ve gayet makul bir vaziyette, filmin sadece ve sadece iki saat olması Mustafa Kemal’in davranışlarının tüm bu tutumlarının odak noktası olmasını sağlamıştır. Zaten Can Dündar’ın da yapmak istediği insani boyutlarıyla bir Mustafa belgeselidir. Filmde o dönemde yaşamış halkın veya onu bizi şaşırtacak üslubuna ve davranışlarına meydan veren insanların portresinden öte bir Mustafa vardır karşımızda. Tüm o insanlarla birlikte anlatılmadığı için bazılarının bugün garipsediği ve doğru olmadığını ileri sürdüğü bir film çıkmıştır ortaya.

Filmin gösterime girdikten sonra bu kadar çok tartışmalara sebep olması ve benim bu tartışmalara filmi beğenen bir kişi olarak dâhil olmam son günlerde Atatürk’ü rüyamda bile görmeme sebep olmuştur, beni çok da mutlu kılmıştır. Bunun için ayrıca teşekkür etmek gerek, Can Dündar’a ve filmi yerden yere vuranlara…



Bunlar içerisinde beni en çok rahatsız eden filmi izlemeden yorum yapanlardır. Lütfen siz onlardan olmayın…İyi seyirler.



Bu yazı İnfo Ankara gazetesi Kasım'08 sayısı için hazırlanmıştır.

Yasemin Şahin

Kedi Tospağa


Kedi gibiydim ip yumağı gibi hayatımda bana keyif verecek pek çok şeye dahil olmuş ve onlarla mutlu mesut uğraşıyordum.

Birden o ip her yanıma sarılmaya başladı. Bir kalabalık yarattı. Hayatımda bir ip yumağı olmasını seviyorum hala. Karmaşayı, ayrı ayrı pek çok yerde birden olmayı...

Peki ama düzensizliği? İşte bunu hiç sevmiyorum.


Her şey bir anda olsun bitsin istiyorum, bana bağlı değilse çıldırıyorum. Bir kedi olmayı sadece ip yumağıyla oynarken kabul edebiliyorum. Yoksa bir kaplumbağa olmaktan gayet mutluyum. O yığını, karmaşayı kabuğun altında yaşamaktan mutluyum.

Yetişmeliyim.

O ip yumağıyla tekrar keyif verici şeyler yapmaya yetmeliyim.

Düzene sokmalıyım. Günlere bölünmeliyim.

Saatleri durdurmayı değil, akarken birtakım karmaşaları çözümlemiş olmasını umut etmeliyim.

20081102

Sevdiği gökyüzü


Gökyüzüne bakıyordu. O gün de normal bir gün değildi. Hava kapalı, bulutlu, ha yağdı ha yağacak yağmur da beklemedeydi. Yağsaydı kötü olurdu. O zaman bulutları seyredemezdi. Bakarken gökyüzüne, gözüne bir damla düşecek diye ürkerdi. O yüzden yağmursuz havalarda doyasıya gökyüzüne bakmayı severdi. Doksan derecelik bir açıyla bakmak ayrı bir keyifti, o zaman bulutların dansını da görebilir dönen dünyanın sihrine bir kez daha bir kez daha kapılabilirdi. O yüzden yağmursuz her gün, günde birkaç defa gökyüzünü süzerdi gözleri.

Sevdiği gözlerini gözlerine doğru yöneltmişken ona bakmayı severdi. Aynı anda gözleri kaç dakika o noktada kalacaktı? Her defasında kaçırmasını istemediği gözler tam da istemediği anda yönelirdi başka yöne. Buna hakkaten sinir olurdu. Gözünün tam ortasına bir yağmur damlası inmiş gibi olurdu. Konuşurken bakamaz mıydı bana? İki işi bir arada mı yapamazdı? Bir ara artık gözlerini kaçırmayacak mutluluğu değil, gözlerini kaçıracak korkusu sardı tüm zihnini. Keşke hiç korkutmasaydı sevdiği.

Yağmurun yağdığı günlerde gökyüzüne bakılmayacağını bilirdi. Ama peki sevgilinin hangi yalanında gözüne bakılmayacağını nasıl bilebilirdi ki?

20081026

Bir Abbas Kiarostami filmi: 10(Ten)









Abbas Kiarostami ve sineması



1940 doğumlu Dünya çağında tanınan ve takdir gören bir yönetmen olan Kiarostami bu filminde de olduğu gibi yönetmen, senarist ve yapımcılık yapmaktadır. Abbas Kiarostami İran Sineması’nda 1960’ların sonunda başlayan İran Yeni Dalga’sının yönetmenlerindendir. Bu akımın en belirgin özelliği şiirsel diyalogları, politik ve felsefi konularla ilgili alegorik hikaye anlatma tarzıdır. Kiarostami filmlerinde bu özelliklere sıkca rastlamak mümkündür. Ayrıca yönetmen filmlerinde genelde çocuk kahramanlara, kırsal yörelerde geçen filmlere, belgesel tarzı hikaye anlatımlarına ve sabit kamera kullanımına sıklıkla rastlamak mümkündür.



10(Ten)



“Her insan değerlidir.” Etik olarak desteklenen bir söylemdir. Ama ne kadar uygulanmakta o tartışılır. Olayı etik boyutundan ahlaki boyuta indirgediğimizde her toplum kendi insanına ayrı bir değer göstermektedir…

İşin içine kadın-erkek sınıflamasının belirgin olarak girdiği bir ülke olan İran’dan çıkmış dahi yönetmen 10(Ten) filminde de bu ayrıma bir gönderme yapmıştır. Zaten o havayı soluyan ve farkında olan herkesin bu konuda söyleyecek bir şeyleri vardır diye düşünüyorum.



Bir insanın hayatının sıradan bir gününe dahil olduğumuzda onunla ilgili oldukça somut deliller elde edebilirsiniz. Kiarostami’nin de bir kadın üzerinden yola çıkarak vermeye çalıştığı Tahran yönetimi altında ezilmiş bir kadını anlatan 10(Ten) bize bunu kanıtlayan bir sinema örneğidir. Yönetmenin bulunmadığı hareket halinde bir arabada çekilen filmdir 10(Ten). Yönetmen oyunculara ne yapmaları gerektiğini söyleyip otomobile yerleştirdiği sabit bir dijital kamera ile yakın planlı bir çekim tekniği denemiştir. Arabanın dışındaki dünyayı sadece sesten ibaret kılan ve arabaya birilerinin binmesi dahilinde insan yüzü görebildiğimiz filmde dikkat çekici diyaloglara yer verilmiştir. Şoför koltuğunda gördüğümüz kadının kendi ve etrafındakilerin diyaloglarıyla bize, Tahran’da geçen mollacı rejimde sıkışıp kalmış bir kadının hayatını yansıtmaktadır.



Zaman zaman kamera sadece yan koltukta oturmuş kişiye sabitlenir, arabanın içerisine giren herkesi sadece o kadının kabule ttiği, hayatının içerisine aldığı kişiler olarak kabul ettiği, hayatının içerisine aldığı kişiler olarak görebiliriz. Dışarıda kalanlar ise onun dış dünyasından izler taşıyan yan koltuk konuklarıyla anlam bulmaktadır.



Arabayı kullanan ve adı olmayan kadını sürekli ileriye gitmekte olduğunu gördüğümüz arabasında tanırken, somut anlamıyla bir yol kat ettiğine tanık olsak da aslında bize Kiarostami’nin de anlatmaya çalıştığı gibi bir döngü içerisindedir. Çünkü bir kadındır. Ona verilen değer de insan olmasından çok kadın olmasının getirisiyle birlikte gelir yaşadığı ülkede. Hele bu kadın kocasından ayrılmayı tercih etmiş bir çocuk annesiyse işi daha da zordur. Çünkü kendini anlatmak zorunda olduğu bir oğlu vardır. Ama bu da bir şeyleri daha da zora koşmaya yetmektedir. Çünkü oğlu da bir karşı cins insanıdır…Tıpkı karşı cinsin olduğu her yerde her zaman “zor” olana maruz kalmış başka kadınlar gibidir…



İşte bu şekilde başlayan ve bitene dek de “İran’da kadın olmak.” olgusu ince ince işlenen bir yapımdır 10(Ten).



Sadece filmin içerisinde midir İran?



İran’da gösterime girmesine izin verilmeyen yaklaşık doksan dakika süren bu filmde yönetmenden otuz dakikasını kesmesi istenmiştir. Bu yasağıyla filmde anlatılan İran rejimini tasdik etme fırsatını da bulmuş bulunmaktayız. 2004 yapımı olan bu filmin yönetmeni Kiarostami yakın bir zamanda (nisan’08) yaptığı açıklamayla ülkesindeki bu portreyi şöyle anlatmıştır: “Hükümet geçtiğimiz on yılda hiçbir filmimi göstermemeye karar verdi. Bence filmlerimi anlamadılar ve yalnızca istemedikleri bir mesajın ortaya çıkması olasılığına karşı gösterilmesini önlediler.”



Bence bu yönetmen filmler yapmaya devam etmelidir. Bugününden gelecekte tarihi irdeleyenleri şaşı bırakacak ülkesini anlatmaya devam etmelidir.



İyi seyirler…

İYİ hissettirmeyeni İYİ hissettirmemek


Üslubun konuşmanın şeklini, şemalini değiştiren bir unsur olduğunun hepimiz farkındayız. Bu üslup her zaman ön yargıyı tetikleyici bir unsur olmuştur hayatımızda. Ses tonunu nasıl kullanacağını geçtim, sözcükleri nasıl seçeceğini ve bunu davranışa da nasıl dökeceğin önemlidir. Yanlış anlaşılma kaygısı taşımayan insanların karşılarında "düşünmeyen" "anlamayan" "yormayan" "zayıf" karakterdeki insnlar varmışcasına sarf ettikleri cümleler onlara üslup çirkinliğine ulaşmış rütbesiyle geri dönmektedir.

Tüm bunların yanında üslup çirkinliğinin sinir bozucu olan kısmını sıkça kullanırım. Özenle seçtiğim cümle dönüşlerim karşımdakini öc alma hırsına bürür çoğu kez. Öc almaya çalışır aşamasında da bunun onun için hazırladığım bir oyun olduğunu dile getiririm. Bana çirkin üslubunun yansımasının beni de çirkin olmaya ittiğini ve aynı döngüsellikle onun daha da çirkin olmak yönünde tetiklediğini açıklarım.

Çok sık yaşattığım bu oyunun madurları kendilerini neticesinde pek iyi hissetmezler bilirim. Ama zaten amaç da iyi hissettirmeyeni iyi hissettirmemektir...

20081024

Blogspot'un da kapatılması bardağı taşıran son damla oldu!!!!!!!!!!

Sanal polisler orda burda kol geziyorken, sesimizi duyurmaya çalıştığımız her platform kara listeye alındı ve alınmaya da devam ediyor. Kaplumbağalar da uçar! adlı blogumun da bu yasaktan zarar görmüş olması yanında, hiç sebep yokken binlerce siteyi aynı anda erişime kapayan Telekom yetkililerine sinir okları fırlatma zamanının geldiğinin habercisidir.

Bir dns ayarıyla şu an bloguma ulaşabiliyorum. Bu ayarı internette yayınlayıp sonrasında telekomun gözünü açmak gibi bir niyetim yok. İsteyene gönderirim.

(dusunkarafanzin@gmail.com)

Türkiye'de hak ettiğimiz özgürlük payesi bu değildi...Neresi doğru ki bir yerleri yamultmaya çalışıyor bu yetkililer onu da anlamış değilim. Ve çok siniliyim. Onca emeği hiçe sayıp kendince yanlış gördüğün birkaç site için binlerce siteyi yasaklamak da neyin nesi!

Bunun Türk yapımı blog veritabanlarının bir oyunu olduğunu da düşünmüyor değilim aslında. Bakıp göreceğiz yakında, ne kadar sesleri çıkıyorsa bu olaya...


20081016

toplum adına toplu bir karar vakti


Kendine biraz geriden baktığımda çözemediği sorunların varlığını hissediyordu. Bazen kendini tutup silkelemek bazen de tokat atmayı çok arzuluyordu. Ama hep yanlış yere konduruyordu tokatı.

Hayatının en aşağılık insanı olmayı öyle güzel başarmış ve nefret ettiği her bir şeyi kendinde öyle yoğunlaştırmıştı ki, kendi aldığı kararların dışında hareket etmeyi arzuluyordu artık.

Sebepsiz yere söylediği yalanların, nereye gideceğini bilmeden savurduğu cümlelerin haddi hesabı da yoktu maalesef.

Kırdığı kalplerin sahiplerinin, seviyormuş gibi yaptığı insanların yüzüne gülümseyip arkasından nefretini kustuğu kişilerin hepsi zihninde birer birer sıralanıyordu, bu kalabalık onu boğuyordu.

Tanımadığı her insana onun ilgisini çekecek yönde bir cümle ile sunuyordu kendini. Tıpkı içse de içmese de çay tabağına 4 tane şeker koyan çaycının tepsisi gibiydi sunduğu şey. Göz doyurucu. Ama geçici bir tadlandırıcı.

Bu halinden nefret ediyordu. Söylediği yalanları kendini gece uykusuz bırakıyor; aynaya her baktığında yüzüne tükürülecek birini görmenin nefretiyle kahroluyordu. Ama işin ilginç yanı hayatını zehir ettiği tüm insanlar onun yüzüne tükürdüğü vakit o buna kahkahalarla gülüyordu. O anlıyordu neler hissettirdiğini neler çektirdiğini ama bunu onlarla paylaşmanın alemi yoktu.

Gereksiz yere zihnini meşgul eden düşünceleri onu insanlara yakın durmaktan alıkoyuyordu. Pekala o da istiyordu aylak aylak dakikalarca aynı masada onların yüzüne bakıp arada bir konuya dahil olup gülmeyi. Eskaza insan içine çıkınca, onların konuşurken kurduğu cümleleri didik didik edip onlara karşı sahici bir önyargıyla arasına duvarlar örmüş halinden nefret ediyordu. Hatta o bunları söylerken ördüğü duvarları başkasına dedikodu dedikleri şeyi gerçekleştirerek anlatırken tek tek bir kez daha bu şeyden zevk alıyormuş gibi görünmekten de nefret ediyordu.

Sıradan bir yürüyüşe çıktığında bile yüzüne bakan insanların hepsinin yüzüne tükürmek istediği surat ifadesinden de tiksiniyordu. Yüzüne yerleşenin tam da zihninden geçenlerin bir yansıması olmasına rağmen hiçbir insanın bunu fark etmemesine de çok kızıyordu. Nasıl anlamazlardı ki. Nefret yüklüyüm. İliklerime kadar tiksiniyorum. Bir de beni "doğal" adlediyorlardı tüm bu buhranların içinde. İyi birisin diyorlardı. Nasıl ama?!

Etrafında ona tüm bunları bir bir yüzüne çarpacak tek bir insan dahi yoktu. Kendini umursadığı kadar kimse onu umursamıyordu. Tabiri caizse sallamıyordu. Tiksindiği kadar tiksinilen biriydi de o. Nefret ediyorlardı ondan ama yine de canım, dostum, arkadaşım, iyi insan vb insanlık sıfatlarını layık görmeye devam ediyorlardı. Nefret ettiği insanların yanına koyacağı tek bir "sevdiğim" sıfatı olanı yoktu. Yoktu ve bu hayat gerçekten zordu. Kimse aklından geçenleri paylaşmıyordu. Kimse düşüncesini süzgeçten geçirmeden sunmuyordu. Herkes binbir güzellik duvarıyla örülmüş sözcüklerini serbest bırakmaya, geri kalanını ise içinde biriktirip nefret duvarını yükseltmeye devam ediyordu. Bu duvarlar yaşla doğru orantılı olarak büyüyordu. Yaşı ilerledikçe etraftaki güzellikler kayboluyor, insanların içerisinde çok az da olsa güzellik olması umudu oranı gittikçe küçülüyordu. Umutsuzdu. Kimse dobra olmayacaktı. Kimse kendini olduğu gibi göstermeyecekti.

Her insanda doğuştan var olan, kanını emen bir kene gibi yapışmış "nefret edilen" olma vasfı onu harekete geçiriyor ve bir nefret edilen de kendisi oluyordu bu bağlamda.

Fark mı?

Lanet olsun ki yoktu. Tek istediği bir an evvel herkesin kozlarını paylaşıyor olmasıydı. Bu böyle daha ne kadar sürecekti. Eldeki aynalar karşı tarafa da gösterilmeliydi. Ayna değiş tokuşu yapıldığında birbirine ne kadar çok benzediğini görmeliydi insanlar. Herkes önce kendinden nefret etmeliydi ki sonra başkalarının nefretini azaltabilsindi. Buna gerek duymak gerekti çünkü içinde bulunulan şey bir "toplum"du. Toplu nefretin de kimseye faydası yoktu.

İnsanların tanıdığı şey sadece başkalarının pisliği olmasından öteye geçmeliydi artık. Kendi pisliklerini görmeleri gerekiyordu. Kendisinin yapmış / yapabilecek olduğu o pisliklerin daha bir mükemmeli yapılamazdı. Kendindeki bu yetiyi farkına vardığı ölçüde kazanırdı. Başkasının yapmasına mahal vermeden kendinde nefret ederdi her insan. Her insan önce kendinden nefret etmeliydi. Yapabileceklerinden korkmalıydı. Sahip olduklarından korkmalıydı. Düşüncelerinden. Yeteneğinden. Kusmalıydı herkes önce kendi üstüne. Başkasına dair yargılardan evvel kendine dönmeliydi herkes. Bakmalılardı aynaya. Sonra da insanlara.

Nefret aslında yanıbaşımızda kol geziyordu ama sadece kendinden memnun olan bu insanları içerden ele geçiremiyordu. Hepsi dışardan baktığı insanlara karşı tiksiniyor, içerdeki kendini ise çok ama çok seviyordu. O yüzden kendini yaşatıyor başkalarını da hayatlarının en değersiz insanı yapıyorlardı.

Karar verilmesi gerekliydi. Toplum adına toplu bir karar.

20081015

Tospağa kaşınıyor no 1: Evrim Teorisi


Saatinin tik takı çok rahatsız etse de güzel bir blog Kişisel Yazın. Sahibi en son sitemde uyguladığım anketten sonra düşüncelerini paylaştığı bir yazı yazmış. Evrim hakkında düşünceler adında. Linke tıklamaya üşeniyorum diyenler için kısaca bahsetmek gerekirse, evrim teorisinin dayatılmaması gerektiğine, herkesin kendine has bir düşüncesi olduğuna değinmiş. Açıkcası bu bana din benzeri konularında tartışılmaya kapatılması ve dayatılmamasını anımsattı, ona başka bir kaşınma konusu olarak değineceğim.

Benim bu mevzuda genişletilmiş olan yorumum şudur:

Açıkcası dayatmaya ben de karşıyım. Bir diğer karşı olduğum şey de her türlü düşüncede aksini savunanı "hiçe" saymaktır. Dolayısıyla bu "orta yollu" yazını sevdim.

Ama her insanın kendine ait bir düşüncesi vardır. Ve çoğu kez bu düşünce birilerine bir şeyler açıklamak için üretilmiştir. Bilimde bu hipotezlere de dayanır. Ama bir diğer nokta bilimdeki açıklamaları bir takım mistik ögelerle dinsel mevzulara dayandırıp tartışılamaz yaparak karşılaştırmaya / reddetmeye kalkanların çokluğudur. Evrim bu doğrultuda başı çeken bir konudur. Ve maymun soyundan gelmiş ama adı maymun olmayan insanlarla maymunların benzer özelliklerini barındıran bir hayvansının uzunca yıllar neticesinde geçirmiş olduğu evrimin sonucudur insan. Benim inandığım da budur. Şu an biz o hayvan değiliz. Biz hiçbir hayvan değiliz. (ben hariç) Ama bir dönem geçirdiğimiz evrimi de reddetmek "maymun değiliz" diyip çöpe atmak garip bence.

Şimdiki yeni neslin gelişimini bile ben bu yaşımda anlayamıyorsam, 4 yaşındaki bir çocuğun okuma yazma işlem yapma gibi kabiliyetlerini ağzım açık karşılayabiliyorsam benden nesiller önceki canlının benden daha az düşünen ve daha az yenetenekleri olan bir canlı olduğunu da kabul edebilirim öyleyse. Bundan nesiller sonra da belki bizi tanıyamayacaklar insan diye bir varlık varmış diyecekler.

Serol Teber'in Doğanın İnsanlaşması kitabını okumuştum bu mevzuyu çok merak ettiğim dönemde. Ve kesinlikle söylenmesi gereken şeyin o evrimin birden bire olmadığı ve evrimin sonundaki canlının insan olduğu gibi ilkinin de tam anlamıyla bir maymun olmadığıdır. Hava koşulları, olası yaşayış şartları bu evrimi "doğal" kılmıştır.

İnsanlar hala bir evrim geçirmeye devam etmektedir bence.

Naçizane fikrim budur. Kimseye de dayatma yoktur.

20081011

Hücreyi delmeye çalışan toplu iğne


Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda karşına çıkan her türlü olaya karşı önce bir duraksarsın. Bu bazen saniyelik bir duraksama olabileceği gibi bazen de dakikalarca sürebilir. Alışmış olduğun hali temyiz edecek bir mahkeme duvarı ifadesi vuku bulur yüzünde. Reddetmeyi olanca gücünle ister ama yapamazsın. Kendini bir alışılmışlığın içerisinde bulduğun anlar aslında hep bu anlardır. Çünkü alışkanlık damarlarında dolaşadururken o kadar da belli etmez kendini. Hani sinsi sinsi hayatının tam ortasına yerleşirken ve senin bağışıklık sistemini harekete geçirirken bunun farkında olmak çok zordur. Tek farkı hissedebileceğin an alışkanlıkla örülü senin kurduğun sistemin dışardan içeriye girmeye çalışır hali gibidir.

Hani orta okulda hücre çeperi, hücre zarı benzeri şeyleri kapsayan şekiller çizerdik. Bir başka hücre hep diğerinin yanında biterdi. Asla o hücre kendi içine alıp gel beraber bre berber bir hücre de biz olalım dememişti. Bazen de o hücre yaralanırdı el birliği ile iyileşme çabaları başlardı.


İşte insan alışkanlıklarını da yoklamak bu hücrelerin birbirini reddedişini gibidir ilk etapta. Sonra elinize bir toplu iğne alarak o hücreyi yaralayan siz olursunuz ki yenisini oluşturabilesiniz. Bazen eski halini özler bazen de yeni haliyle gerçekten yenilenmiş, değişmiş olduğunuzun hissiyle mutlu bile olursunuz. Ama her nasıl olacaksa da sonuç ilk etapta o toplu iğnenin acısını hissetmeye hazır ve nazır olabilmek, o cesareti oluşturmuş olmakta biter.

Alışkanlıkların değiştirilmesi zordur, o cesareti edinenin de sonu ya hoştur ya da bir daha geri gelmeyecek olanla hissedilen pis bir boşluktur.

Şunu unutmamak gerekirki iğnedanlık kıvamında insan olmaya çalışmak da cesaret değil oturmamışlık anlamını taşır. İğneleri kendine batırıp batırıp sonra da çıkaramayan insanların durumu çok daha vahimdir. Ya hücreyi yaralayacaksın ya da o iğneyi daha fazla derine batırmaya cesaret edemeden orada bırakacaksın değildir olay. Bıraktığın iğne sıklıkla acısını hissettirirken yaraladığın hücre kendini yenilemeye başlamıştır bile...

not: yazıdaki resim Tim Burton tarafından çizilmiştir.

20081006

Düşünkara Fanzin 5.sayı yayında...

Fanzinimiz 5 sayısıyla yine Ankara sokaklarında yerini buldu. Bu sayıda eski yüzlere yenilerini de ekledik yazar kadromuzu genişlettik.

Bu sayıda;

Abi&Kardeş fanzin için bir Düşünkara Bilinçlendirme Platformu(DBP) kurdu ve bu yoldaki çalışmalarını bizlerle paylaştı. Eşi benzeri bulunmaz biryazıyla sizleri karşıladı.


Dedenin Bahçesi'nden esinler sunduk, bahçeye dalan çıkamaz demedik.


Kültür Sepeti'nin meşhur pazartesi notlarını paylaştık. Sendrom falan kalmadı.

Yağmur Güncesi'ni bir denemesiyle ağırladık. Kaleminin gücüne inandık.

Ve Jesterdvine, Sert Sessiz, Aynadaki Yansıma, Zafer Işık'tan oluşan daimi kadromuz bu sayıda da bizlerleydi.

Ve bir film bir kitap köşemiz her zamanki yerini aldı Beytepe Kaplumbağası tarafından oluşturulan yazıyla..

Gittikçe artan yazar sayımızla her sayıda daha bir heyecanlanıyoruz. Yeni yazarların heyecanı fanzine de yansıyor. Ve biz her defasında onlarla yenileniyoruz, renkleniyoruz... Tüm bunları bir arada size yansıtmaya çalışmak şurada sarf edeceğim cümlelerin yetersizliğini de getiriyor beraberinde...

Orada bir yerde de olsan bize çok yakınsın biz bunun bilincindeyiz, bir "biz" olmak için de her zaman beklemedeyiz...

Yer aldığı noktalar ya da üçleme sokağı detayları:(şimdilik)
  • Ankara Kültür Evi (Konur Sok Leman Cafe üstü)
  • Turhan Kitabevi (Yüksel ve Konur'u birbirine bağlayan köşede)
  • Baykuş Cafe ( Ankara Kültür Evi'nin üstü)
  • Kitap Kurdu (Selanik Caddesi Mustafa Kitabevi üstü, Özsüt Karşısı)
  • Beytepe Kampüsü Zen cafe kasası
  • Beytepe Kampüsü Beycafe
  • Eylül Cafe(konur 2 sokak 35/6)
  • Ardıç Kitabevi(Turhan Kitabevi üstü)

  • veya Ankara'da bir sokakta her an her yerde....


  • Not: Şehir dışından erişmek isteyenlere itinayla kargo gönderilir...

ön iç kapak
diğer bağlantılar:

20081005

Anket no:3 Darwin?


Benim dedem maymundu diyen Darwin haklı mıdır?

sorusunu yönelttiğim sizlere aldığım cevaplar tarihe geçecek nitelikte. Aslında fazla yorum yapmaya gelmez zira Ergenekon mevzusu hala başımızda. O kısma değinmeden Richard Dawkins'in sitesinin de kapandığı döneme denk gelen bu anketin cevabı "iyi ki de kapanmış baksana herkes rahatsızmış" özlü bir sonuç çıkarmama da sebep olabilir ama ben bunu da Telekom sevgimin(!) ağır basmasından ötürü es geçiyorum.

Gelelim mevzunun "maymun"dan daha sevimli bir hayvan olan kaplumbağayı tercih edenler kısmına. Efenim mutlu ettiniz beni. "Kaplumbağayı anlamak" konulu bir kitap yazmaktan vazgeçtim. Siz beni anlıyorsunuz.

Haklıdır diyenlerle bilahare görüşelim diyorum. Zira konuşacak çok şey var seziyorum. Gönlüm el verse bir kapatılacak site olmaya aday olacak kadar bunu savunuyorum. Sorunun soruluş tarzı "maymun dede" gibi kaba gelse de mevzu çok daha derin. Bu derinliği bilenlerin "haklıdır" dediğine inanıyorum. Saygılar.

20081004

Düşünkara Fanzin'in FACEBOOK hesabı hakkında!

neydik-1.sayıda yayınlanmış sayfa

ne olduk-5.sayıda yayınlanacak sayfa

not: bilmeyenler için birinci sayıda adımız Karakafa idi. Neden değiştirdiğimiz Facebook'ta açıklanmıştır. Puhahaha. Sen beni el mahkum edersen ben de seni ederim geliyor akla;)

not iki: resmi tıklayarak okuyabilirsin.

20081002

Hapishanenin Doğuşu Kitabının Düşündürdükleri


Fransız Dönemi engizisyon ceza sistemi sonrası, hapishane uygulamalarının değişimine ki çoklukla son hale dönüşümüne varana kadar geçirdiği evreler. Ceza veren ve hükümlü olan insanların psikolojilerine değinen, uzun süre anlamaya çalıştığımız hayatın her alanındaki "disiplin" uygulamalarının, aslında hayatın ne kadar içerisinde olduğunu aksettiren bir kitap. Okumak zor, ama anladıktan sonra hayata bakış kesinlikle daha az yorucu olmaya başlıyor.

"XVIII. yy. sonunda asker kendi kendini imal eden bir şey haline gelmiştir; şekli olmayan hamurdan, becerisi olmayan bir bedenden ihtiyaç duyulan bir makine yapılmıştır; duruşlar yavaş yavaş dikleştirilmiş; hesaplı kitaplı bir zorlama bedenin her bir parçasında dolaşarak ona egemen olmuş bütüne boyun eğdirmiş, onu sürekli olarak kullanıma hazır hale getirmiştir ve kendini alışkanlıkların otomatikleşmesi içinde sessizce sürdürmektedir; kısacası "köylüyü avlayarak" ona "asker havası" verilmiştir. Askere alınanlar "başı dil ve yukarıda tutmaya; sırtı bükmeden dik durmaya, karnı içeri çekmeye, göğsü dışarı çıkartmaya ve sırtı içeri çekmeye" alıştırılmaktadırlar; "ve bunları alışkanlık haline getirmeleri için, bir duvarda topuklar, baldırlar, omuzlar ve bel buraya değecek şekilde dayanarak onları bu konuma getirmektedirler, böylece ellerin tersi kolları dışarı döndürmekte, ama bedenden uzaklaştırmamaktadırlar... emir beklerken kafa, el ve ayaklarını kıpırdatmadan hareketsiz kalmaları...., nihayet diz ve baldırları gergin, ayak burnu aşağıda ve dışarı doğru, kararlı adımlarla yürümeleri öğretilmektedir."

Faucault, Michel; Hapishanenin Doğuşu; sayfa 208; İmge Kitabevi

Hukuk mezunu avukatlık sınavına hazırlanan arkadaşıma da bu kitabı önermişler. Açıkcası ben Cogito'nun "Şiddet" konulu (sayı:6-7; kış bahar 1996) sayısının bir makalesinde bu kitaptan bahsettiği için aldım... Kitabın her okuduğum sayfası beni kendi hayatımı gözleme itti. Meğer benim bugüne gelmek için bulunduğum pek çok ortam "hapishane" fikrinin sonrasında ya da öncesinde ortaya çıkan kaynaklarmış. Aile, okul, toplum, askerlik... İnsanların "eğitilebilirliği" fikri onları işkence ile ya da direk "katliam" yaparak öldürme fikrinden daha bir öne geçmiş. Nasıl olsa öleceğim hesabıyla suç işlemekten önce, ben bu işkencelere maruz kalacaksam suç işlemeyime varan; sonra suç işleyeni benzer suç işleyebilme potansiyeline sahip insanların gözüne sokarak cezalandırmaya; ardından cezalandırma iktidarının "orda bir güçüz biz ve siz bunun ne olduğunu zaten biliyorsunuz"a vararak mahkumları halk önünde yargılamaya son verdikleri döneme... En sonunda benzer suç işlemiş suçluların cezalandırılmasının uzun vadeli ve kişinin kendini "iktidar" yordamıyla eğittiği oranda da "af" çıkacağını bilerek cezalandırılması... Yani bildiğimiz hapishane sistemi. Tabi bu hapishane oluşumu da bugüne gelene dek oldukça farklı evreler geçirmiştir henüz kitabın o anlatımları olan kısmına gelmedim...

Benim dikkatimi çeken kitapta "disiplin" başlığı altında aile, okul, toplum, askerlik vb. oluşumlara değinmesiydi. Bunlar, insanların kendilerini hükmeder halde buldukları ya da hüküm altında kaldıkları bize çok yakın toplumsal evreler. Bir ara hapishane sisteminde bu kitabı okumadan evvel "af" olmasına kızdığımı anımsadım. Ve sonrasında beni düşündüren eğer af olmazsa bu insanlar "hapishane"de hiç de "iyi" insan olmazlardı fikriydi. Ömür boyu hapse mahkum bir insanın hapishanede çıkarmayacağı hır yoktur, affedilmeyeceğini bilse tabii... Bir an aklıma Carandiru hapishanesini konu alan ve gerçek olay anlatımı olan "Carandiru" filmi geldi. Orda da "sistem"in yaptırımına boyun eğmek istemeyen pek çok insan kendi kendilerini öldürtmek adına da olsa "harp" çıkartmışlardı hapishane içinde. Her şeye rağmen yine de koyun gibi dizildikleri hapishane bahçesi ve başlarında yine bir "sistem yöneticisi" fikri ürkütücüydü.

Af olayını bir de şu yollu aklımdan geçirdim. Biz ilkokula başladığımızda bir gün ilkokulun biteceğini biliyorduk. Sevmediğimiz ilkokul öğretmenimizden bir gün ayrılacağımızı da.. Ya da sevmediğimiz o iğrenç öss sınavının stresinin bir gün son bulacağını da. Düşünsene hayatın boyunca sürekli aynı şeyleri yaşadığını. Şu an başımızda olan AKP hükümetinin bir gün aşağı ineceğini de biliyoruz mesela. Hani "hep" orda olacağını bilsek bir hır da biz çıkarırdık sanırım. Bunlar da hayatın "af"ları diyorum öyleyse... Aile mevzusunda da bir gün evlenip evimizi ayıracağımızı falan düşünürüz herhalde. Ama onlar bunların arasında en uzun sürelisi olanı diyebilirim. Askerlik... Bu mevzuda bir bayan olarak akıl yürütmem ne kadar doğru bilmiyorum ama beni yıllarca dikte "etmemiş" babamın, annem bir süre şehir dışına çıkınca "bugün kaçta geleceksin?" diye sorduğunda benim sinir oklarımı ona doğru fırlatmam sanırım; birden bire ortaya çıkan daha kapısından içeri girerken saçlarını 3 numara (2 miydi?!) kazıtmak durumunda olduğun bir "askerlik" evresini anlamama yeter herhalde. Hani nazaran rahat bir hayatın içinden birden bire dikte edilmek için gidiyorsun. Mecbursun. Hayatının bir evresinde yapacaksın. Kitabın askerlik ile ilgili kısmını okuduktan sonra "bir an önce yap, kurtul" dediğim insanlardan özür dileyesim geldi...

Daha neler düşündürür bu kitap bilmiyorum. Sadece bazen okurken çeviri de olsa o "uzun" cümleleri gerçekten anlayabilmek için kendi sesimi duyduğumu biliyorum. Yüksek sesle okumak zihni hem canlı tutuyor hem de daha iyi anlaşılmasını sağlıyor fikrimce. İlk kez denedim ve yararını gördüm, tavsiyem olsun...

20080929

Bir garip "The Phantom of the Opera" anlatımı





Yönetmen: Joel Schumacher

Senaryo: Gaston Leroux (novel)

Andrew Lloyd Webber (stage musical)

Oyuncular: Gerard Butler- The Phantom

Emmy Rossum - Christine

Patrick Wilson - Raoul

Yapım: 2004, USA



Evet o ismi tanıdık gelen Operadaki Hayalet işte. Hani wikipedia yardımıyla açıklayacak olursak,

“Operadaki Hayalet (Le Fantôme de L'Opéra), Gaston Leroux'un yazdığı bir eserdir. Gotik bir roman kabul edilir. Andrew Lloyd Webber tarafından müzikali yapıldı. (1986) “



Defalarca beyazperdeye aktarılmış. Ben bilmem bundan öncekileri. 2004 yapımı bu film benim yüreğime işlendi sanki. Şu an soundtrackleriyle bir bir dokunuyor her hücreme. Bu kadar içli bir anlatım olabilir mi? Müzik insanı bu kadar etkileyebilir mi? Şimdi hiç mi görmedin Tospağa opera, müzikal diyeceksiniz. Ama görmedim. Bu filmden sonra görmeyi çok ama çok isterim.

Broadway'de gösterilirmiş Operadaki Hayalet müzikali. Ekşi sözlükte yüzsüz yüzsüz yazmışlar gerçek müzikal daha güzeldi diye. Hayır! Ben elimdekiyle yetinirim.

Bu müzikalin bir de kitabı varmış inanmazsınız. Ben bunu müziksiz düşünemiyorum. Kafamdan ezgi yaratacak kadar da müzik bilgim yoktur. Verebilmiş midir kitap o etkiyi? İlk kez bu hali yaşıyorum bir kitabın film versiyonunu daha çok seviyorum ve kitap halini düşünemiyorum. İlk işte. İlkler her zaman değerlidir.

Zaman zaman çirkin yüzüyle Notre Dame’ın Kamburu’nu, yeraltına çekmeye çalıştığı sevgilisiyle Ölü Gelin’i veya unutulmaz repliklerinin müziğe yedirilmemiş haliyle Shakesperare in Love’ı anımsadım film süresince. Dehanın deliliğe doğru sürüklenişini, Hakan Günday’ın Azil kitabının kapağındaki sözle tamamladım. “Deha ile delilik arasında seyreden bir hayat…” Demek ki pek çok insanı etkilemişti bu müzikal. Her bir ayrıntısı bir filme bir kitaba konu olabilecek kadar yoğundu çünkü. Öyleyse anlatılmalı… Bilmeli herkes….

Peki ama nasıl?



Bir baba ikonunun bilinçaltı yaklaşımından tutun da bir çocuğun kendi iç dünyasını karanlık koridorlarında “Müzik Meleği” olmak için “baba” ikonunu kendine yaklaştırma çabasını mı anlatayım… Çok sevdiği babasının kaybıyla kendini bir tiyatro salonunda bulan Cristine’nin adını zihnine kazımış iki kişinin kan kokan aşkını mı anlatayım…

Filme replikler yerine eşlik eden müziğin her bir karesi ayrı bir keyifti. Sanırım bu yazıda da Boş Ev’e benzer bir duygulanımla karşı karşıyayım. Yazamıyorum….Yazsam bile benden başkasına anlatamıyorum… Boş Ev’de sessizliği anlatabilmenin yükümlülüğünü taşıdığım için kaçmıştım ama fazla uzağa gidememiştim. Bunda da müziğin gücünün altında eziliyorum. Öyleyse ben de susuyorum Operadaki hayalet konuşsun diyorum…



Not ki tam bağlantı: Bir garip Boş Ev Anlatımı

Not ki müzikli: Filmi bitirdikten sonra orda burda soundtrack arayışı içine girip benim gibi bir saat kıvrandıktan sonra bulduğunuzda aşırı mutlu olmuşsanız ne mutlu size. Yok hayır hala kıvranıyorum diyorsanız yardımcı olurum. Ulaşın bana.