20081026

Bir Abbas Kiarostami filmi: 10(Ten)









Abbas Kiarostami ve sineması



1940 doğumlu Dünya çağında tanınan ve takdir gören bir yönetmen olan Kiarostami bu filminde de olduğu gibi yönetmen, senarist ve yapımcılık yapmaktadır. Abbas Kiarostami İran Sineması’nda 1960’ların sonunda başlayan İran Yeni Dalga’sının yönetmenlerindendir. Bu akımın en belirgin özelliği şiirsel diyalogları, politik ve felsefi konularla ilgili alegorik hikaye anlatma tarzıdır. Kiarostami filmlerinde bu özelliklere sıkca rastlamak mümkündür. Ayrıca yönetmen filmlerinde genelde çocuk kahramanlara, kırsal yörelerde geçen filmlere, belgesel tarzı hikaye anlatımlarına ve sabit kamera kullanımına sıklıkla rastlamak mümkündür.



10(Ten)



“Her insan değerlidir.” Etik olarak desteklenen bir söylemdir. Ama ne kadar uygulanmakta o tartışılır. Olayı etik boyutundan ahlaki boyuta indirgediğimizde her toplum kendi insanına ayrı bir değer göstermektedir…

İşin içine kadın-erkek sınıflamasının belirgin olarak girdiği bir ülke olan İran’dan çıkmış dahi yönetmen 10(Ten) filminde de bu ayrıma bir gönderme yapmıştır. Zaten o havayı soluyan ve farkında olan herkesin bu konuda söyleyecek bir şeyleri vardır diye düşünüyorum.



Bir insanın hayatının sıradan bir gününe dahil olduğumuzda onunla ilgili oldukça somut deliller elde edebilirsiniz. Kiarostami’nin de bir kadın üzerinden yola çıkarak vermeye çalıştığı Tahran yönetimi altında ezilmiş bir kadını anlatan 10(Ten) bize bunu kanıtlayan bir sinema örneğidir. Yönetmenin bulunmadığı hareket halinde bir arabada çekilen filmdir 10(Ten). Yönetmen oyunculara ne yapmaları gerektiğini söyleyip otomobile yerleştirdiği sabit bir dijital kamera ile yakın planlı bir çekim tekniği denemiştir. Arabanın dışındaki dünyayı sadece sesten ibaret kılan ve arabaya birilerinin binmesi dahilinde insan yüzü görebildiğimiz filmde dikkat çekici diyaloglara yer verilmiştir. Şoför koltuğunda gördüğümüz kadının kendi ve etrafındakilerin diyaloglarıyla bize, Tahran’da geçen mollacı rejimde sıkışıp kalmış bir kadının hayatını yansıtmaktadır.



Zaman zaman kamera sadece yan koltukta oturmuş kişiye sabitlenir, arabanın içerisine giren herkesi sadece o kadının kabule ttiği, hayatının içerisine aldığı kişiler olarak kabul ettiği, hayatının içerisine aldığı kişiler olarak görebiliriz. Dışarıda kalanlar ise onun dış dünyasından izler taşıyan yan koltuk konuklarıyla anlam bulmaktadır.



Arabayı kullanan ve adı olmayan kadını sürekli ileriye gitmekte olduğunu gördüğümüz arabasında tanırken, somut anlamıyla bir yol kat ettiğine tanık olsak da aslında bize Kiarostami’nin de anlatmaya çalıştığı gibi bir döngü içerisindedir. Çünkü bir kadındır. Ona verilen değer de insan olmasından çok kadın olmasının getirisiyle birlikte gelir yaşadığı ülkede. Hele bu kadın kocasından ayrılmayı tercih etmiş bir çocuk annesiyse işi daha da zordur. Çünkü kendini anlatmak zorunda olduğu bir oğlu vardır. Ama bu da bir şeyleri daha da zora koşmaya yetmektedir. Çünkü oğlu da bir karşı cins insanıdır…Tıpkı karşı cinsin olduğu her yerde her zaman “zor” olana maruz kalmış başka kadınlar gibidir…



İşte bu şekilde başlayan ve bitene dek de “İran’da kadın olmak.” olgusu ince ince işlenen bir yapımdır 10(Ten).



Sadece filmin içerisinde midir İran?



İran’da gösterime girmesine izin verilmeyen yaklaşık doksan dakika süren bu filmde yönetmenden otuz dakikasını kesmesi istenmiştir. Bu yasağıyla filmde anlatılan İran rejimini tasdik etme fırsatını da bulmuş bulunmaktayız. 2004 yapımı olan bu filmin yönetmeni Kiarostami yakın bir zamanda (nisan’08) yaptığı açıklamayla ülkesindeki bu portreyi şöyle anlatmıştır: “Hükümet geçtiğimiz on yılda hiçbir filmimi göstermemeye karar verdi. Bence filmlerimi anlamadılar ve yalnızca istemedikleri bir mesajın ortaya çıkması olasılığına karşı gösterilmesini önlediler.”



Bence bu yönetmen filmler yapmaya devam etmelidir. Bugününden gelecekte tarihi irdeleyenleri şaşı bırakacak ülkesini anlatmaya devam etmelidir.



İyi seyirler…

İYİ hissettirmeyeni İYİ hissettirmemek


Üslubun konuşmanın şeklini, şemalini değiştiren bir unsur olduğunun hepimiz farkındayız. Bu üslup her zaman ön yargıyı tetikleyici bir unsur olmuştur hayatımızda. Ses tonunu nasıl kullanacağını geçtim, sözcükleri nasıl seçeceğini ve bunu davranışa da nasıl dökeceğin önemlidir. Yanlış anlaşılma kaygısı taşımayan insanların karşılarında "düşünmeyen" "anlamayan" "yormayan" "zayıf" karakterdeki insnlar varmışcasına sarf ettikleri cümleler onlara üslup çirkinliğine ulaşmış rütbesiyle geri dönmektedir.

Tüm bunların yanında üslup çirkinliğinin sinir bozucu olan kısmını sıkça kullanırım. Özenle seçtiğim cümle dönüşlerim karşımdakini öc alma hırsına bürür çoğu kez. Öc almaya çalışır aşamasında da bunun onun için hazırladığım bir oyun olduğunu dile getiririm. Bana çirkin üslubunun yansımasının beni de çirkin olmaya ittiğini ve aynı döngüsellikle onun daha da çirkin olmak yönünde tetiklediğini açıklarım.

Çok sık yaşattığım bu oyunun madurları kendilerini neticesinde pek iyi hissetmezler bilirim. Ama zaten amaç da iyi hissettirmeyeni iyi hissettirmemektir...

20081024

Blogspot'un da kapatılması bardağı taşıran son damla oldu!!!!!!!!!!

Sanal polisler orda burda kol geziyorken, sesimizi duyurmaya çalıştığımız her platform kara listeye alındı ve alınmaya da devam ediyor. Kaplumbağalar da uçar! adlı blogumun da bu yasaktan zarar görmüş olması yanında, hiç sebep yokken binlerce siteyi aynı anda erişime kapayan Telekom yetkililerine sinir okları fırlatma zamanının geldiğinin habercisidir.

Bir dns ayarıyla şu an bloguma ulaşabiliyorum. Bu ayarı internette yayınlayıp sonrasında telekomun gözünü açmak gibi bir niyetim yok. İsteyene gönderirim.

(dusunkarafanzin@gmail.com)

Türkiye'de hak ettiğimiz özgürlük payesi bu değildi...Neresi doğru ki bir yerleri yamultmaya çalışıyor bu yetkililer onu da anlamış değilim. Ve çok siniliyim. Onca emeği hiçe sayıp kendince yanlış gördüğün birkaç site için binlerce siteyi yasaklamak da neyin nesi!

Bunun Türk yapımı blog veritabanlarının bir oyunu olduğunu da düşünmüyor değilim aslında. Bakıp göreceğiz yakında, ne kadar sesleri çıkıyorsa bu olaya...


20081016

toplum adına toplu bir karar vakti


Kendine biraz geriden baktığımda çözemediği sorunların varlığını hissediyordu. Bazen kendini tutup silkelemek bazen de tokat atmayı çok arzuluyordu. Ama hep yanlış yere konduruyordu tokatı.

Hayatının en aşağılık insanı olmayı öyle güzel başarmış ve nefret ettiği her bir şeyi kendinde öyle yoğunlaştırmıştı ki, kendi aldığı kararların dışında hareket etmeyi arzuluyordu artık.

Sebepsiz yere söylediği yalanların, nereye gideceğini bilmeden savurduğu cümlelerin haddi hesabı da yoktu maalesef.

Kırdığı kalplerin sahiplerinin, seviyormuş gibi yaptığı insanların yüzüne gülümseyip arkasından nefretini kustuğu kişilerin hepsi zihninde birer birer sıralanıyordu, bu kalabalık onu boğuyordu.

Tanımadığı her insana onun ilgisini çekecek yönde bir cümle ile sunuyordu kendini. Tıpkı içse de içmese de çay tabağına 4 tane şeker koyan çaycının tepsisi gibiydi sunduğu şey. Göz doyurucu. Ama geçici bir tadlandırıcı.

Bu halinden nefret ediyordu. Söylediği yalanları kendini gece uykusuz bırakıyor; aynaya her baktığında yüzüne tükürülecek birini görmenin nefretiyle kahroluyordu. Ama işin ilginç yanı hayatını zehir ettiği tüm insanlar onun yüzüne tükürdüğü vakit o buna kahkahalarla gülüyordu. O anlıyordu neler hissettirdiğini neler çektirdiğini ama bunu onlarla paylaşmanın alemi yoktu.

Gereksiz yere zihnini meşgul eden düşünceleri onu insanlara yakın durmaktan alıkoyuyordu. Pekala o da istiyordu aylak aylak dakikalarca aynı masada onların yüzüne bakıp arada bir konuya dahil olup gülmeyi. Eskaza insan içine çıkınca, onların konuşurken kurduğu cümleleri didik didik edip onlara karşı sahici bir önyargıyla arasına duvarlar örmüş halinden nefret ediyordu. Hatta o bunları söylerken ördüğü duvarları başkasına dedikodu dedikleri şeyi gerçekleştirerek anlatırken tek tek bir kez daha bu şeyden zevk alıyormuş gibi görünmekten de nefret ediyordu.

Sıradan bir yürüyüşe çıktığında bile yüzüne bakan insanların hepsinin yüzüne tükürmek istediği surat ifadesinden de tiksiniyordu. Yüzüne yerleşenin tam da zihninden geçenlerin bir yansıması olmasına rağmen hiçbir insanın bunu fark etmemesine de çok kızıyordu. Nasıl anlamazlardı ki. Nefret yüklüyüm. İliklerime kadar tiksiniyorum. Bir de beni "doğal" adlediyorlardı tüm bu buhranların içinde. İyi birisin diyorlardı. Nasıl ama?!

Etrafında ona tüm bunları bir bir yüzüne çarpacak tek bir insan dahi yoktu. Kendini umursadığı kadar kimse onu umursamıyordu. Tabiri caizse sallamıyordu. Tiksindiği kadar tiksinilen biriydi de o. Nefret ediyorlardı ondan ama yine de canım, dostum, arkadaşım, iyi insan vb insanlık sıfatlarını layık görmeye devam ediyorlardı. Nefret ettiği insanların yanına koyacağı tek bir "sevdiğim" sıfatı olanı yoktu. Yoktu ve bu hayat gerçekten zordu. Kimse aklından geçenleri paylaşmıyordu. Kimse düşüncesini süzgeçten geçirmeden sunmuyordu. Herkes binbir güzellik duvarıyla örülmüş sözcüklerini serbest bırakmaya, geri kalanını ise içinde biriktirip nefret duvarını yükseltmeye devam ediyordu. Bu duvarlar yaşla doğru orantılı olarak büyüyordu. Yaşı ilerledikçe etraftaki güzellikler kayboluyor, insanların içerisinde çok az da olsa güzellik olması umudu oranı gittikçe küçülüyordu. Umutsuzdu. Kimse dobra olmayacaktı. Kimse kendini olduğu gibi göstermeyecekti.

Her insanda doğuştan var olan, kanını emen bir kene gibi yapışmış "nefret edilen" olma vasfı onu harekete geçiriyor ve bir nefret edilen de kendisi oluyordu bu bağlamda.

Fark mı?

Lanet olsun ki yoktu. Tek istediği bir an evvel herkesin kozlarını paylaşıyor olmasıydı. Bu böyle daha ne kadar sürecekti. Eldeki aynalar karşı tarafa da gösterilmeliydi. Ayna değiş tokuşu yapıldığında birbirine ne kadar çok benzediğini görmeliydi insanlar. Herkes önce kendinden nefret etmeliydi ki sonra başkalarının nefretini azaltabilsindi. Buna gerek duymak gerekti çünkü içinde bulunulan şey bir "toplum"du. Toplu nefretin de kimseye faydası yoktu.

İnsanların tanıdığı şey sadece başkalarının pisliği olmasından öteye geçmeliydi artık. Kendi pisliklerini görmeleri gerekiyordu. Kendisinin yapmış / yapabilecek olduğu o pisliklerin daha bir mükemmeli yapılamazdı. Kendindeki bu yetiyi farkına vardığı ölçüde kazanırdı. Başkasının yapmasına mahal vermeden kendinde nefret ederdi her insan. Her insan önce kendinden nefret etmeliydi. Yapabileceklerinden korkmalıydı. Sahip olduklarından korkmalıydı. Düşüncelerinden. Yeteneğinden. Kusmalıydı herkes önce kendi üstüne. Başkasına dair yargılardan evvel kendine dönmeliydi herkes. Bakmalılardı aynaya. Sonra da insanlara.

Nefret aslında yanıbaşımızda kol geziyordu ama sadece kendinden memnun olan bu insanları içerden ele geçiremiyordu. Hepsi dışardan baktığı insanlara karşı tiksiniyor, içerdeki kendini ise çok ama çok seviyordu. O yüzden kendini yaşatıyor başkalarını da hayatlarının en değersiz insanı yapıyorlardı.

Karar verilmesi gerekliydi. Toplum adına toplu bir karar.

20081015

Tospağa kaşınıyor no 1: Evrim Teorisi


Saatinin tik takı çok rahatsız etse de güzel bir blog Kişisel Yazın. Sahibi en son sitemde uyguladığım anketten sonra düşüncelerini paylaştığı bir yazı yazmış. Evrim hakkında düşünceler adında. Linke tıklamaya üşeniyorum diyenler için kısaca bahsetmek gerekirse, evrim teorisinin dayatılmaması gerektiğine, herkesin kendine has bir düşüncesi olduğuna değinmiş. Açıkcası bu bana din benzeri konularında tartışılmaya kapatılması ve dayatılmamasını anımsattı, ona başka bir kaşınma konusu olarak değineceğim.

Benim bu mevzuda genişletilmiş olan yorumum şudur:

Açıkcası dayatmaya ben de karşıyım. Bir diğer karşı olduğum şey de her türlü düşüncede aksini savunanı "hiçe" saymaktır. Dolayısıyla bu "orta yollu" yazını sevdim.

Ama her insanın kendine ait bir düşüncesi vardır. Ve çoğu kez bu düşünce birilerine bir şeyler açıklamak için üretilmiştir. Bilimde bu hipotezlere de dayanır. Ama bir diğer nokta bilimdeki açıklamaları bir takım mistik ögelerle dinsel mevzulara dayandırıp tartışılamaz yaparak karşılaştırmaya / reddetmeye kalkanların çokluğudur. Evrim bu doğrultuda başı çeken bir konudur. Ve maymun soyundan gelmiş ama adı maymun olmayan insanlarla maymunların benzer özelliklerini barındıran bir hayvansının uzunca yıllar neticesinde geçirmiş olduğu evrimin sonucudur insan. Benim inandığım da budur. Şu an biz o hayvan değiliz. Biz hiçbir hayvan değiliz. (ben hariç) Ama bir dönem geçirdiğimiz evrimi de reddetmek "maymun değiliz" diyip çöpe atmak garip bence.

Şimdiki yeni neslin gelişimini bile ben bu yaşımda anlayamıyorsam, 4 yaşındaki bir çocuğun okuma yazma işlem yapma gibi kabiliyetlerini ağzım açık karşılayabiliyorsam benden nesiller önceki canlının benden daha az düşünen ve daha az yenetenekleri olan bir canlı olduğunu da kabul edebilirim öyleyse. Bundan nesiller sonra da belki bizi tanıyamayacaklar insan diye bir varlık varmış diyecekler.

Serol Teber'in Doğanın İnsanlaşması kitabını okumuştum bu mevzuyu çok merak ettiğim dönemde. Ve kesinlikle söylenmesi gereken şeyin o evrimin birden bire olmadığı ve evrimin sonundaki canlının insan olduğu gibi ilkinin de tam anlamıyla bir maymun olmadığıdır. Hava koşulları, olası yaşayış şartları bu evrimi "doğal" kılmıştır.

İnsanlar hala bir evrim geçirmeye devam etmektedir bence.

Naçizane fikrim budur. Kimseye de dayatma yoktur.

20081011

Hücreyi delmeye çalışan toplu iğne


Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda karşına çıkan her türlü olaya karşı önce bir duraksarsın. Bu bazen saniyelik bir duraksama olabileceği gibi bazen de dakikalarca sürebilir. Alışmış olduğun hali temyiz edecek bir mahkeme duvarı ifadesi vuku bulur yüzünde. Reddetmeyi olanca gücünle ister ama yapamazsın. Kendini bir alışılmışlığın içerisinde bulduğun anlar aslında hep bu anlardır. Çünkü alışkanlık damarlarında dolaşadururken o kadar da belli etmez kendini. Hani sinsi sinsi hayatının tam ortasına yerleşirken ve senin bağışıklık sistemini harekete geçirirken bunun farkında olmak çok zordur. Tek farkı hissedebileceğin an alışkanlıkla örülü senin kurduğun sistemin dışardan içeriye girmeye çalışır hali gibidir.

Hani orta okulda hücre çeperi, hücre zarı benzeri şeyleri kapsayan şekiller çizerdik. Bir başka hücre hep diğerinin yanında biterdi. Asla o hücre kendi içine alıp gel beraber bre berber bir hücre de biz olalım dememişti. Bazen de o hücre yaralanırdı el birliği ile iyileşme çabaları başlardı.


İşte insan alışkanlıklarını da yoklamak bu hücrelerin birbirini reddedişini gibidir ilk etapta. Sonra elinize bir toplu iğne alarak o hücreyi yaralayan siz olursunuz ki yenisini oluşturabilesiniz. Bazen eski halini özler bazen de yeni haliyle gerçekten yenilenmiş, değişmiş olduğunuzun hissiyle mutlu bile olursunuz. Ama her nasıl olacaksa da sonuç ilk etapta o toplu iğnenin acısını hissetmeye hazır ve nazır olabilmek, o cesareti oluşturmuş olmakta biter.

Alışkanlıkların değiştirilmesi zordur, o cesareti edinenin de sonu ya hoştur ya da bir daha geri gelmeyecek olanla hissedilen pis bir boşluktur.

Şunu unutmamak gerekirki iğnedanlık kıvamında insan olmaya çalışmak da cesaret değil oturmamışlık anlamını taşır. İğneleri kendine batırıp batırıp sonra da çıkaramayan insanların durumu çok daha vahimdir. Ya hücreyi yaralayacaksın ya da o iğneyi daha fazla derine batırmaya cesaret edemeden orada bırakacaksın değildir olay. Bıraktığın iğne sıklıkla acısını hissettirirken yaraladığın hücre kendini yenilemeye başlamıştır bile...

not: yazıdaki resim Tim Burton tarafından çizilmiştir.

20081006

Düşünkara Fanzin 5.sayı yayında...

Fanzinimiz 5 sayısıyla yine Ankara sokaklarında yerini buldu. Bu sayıda eski yüzlere yenilerini de ekledik yazar kadromuzu genişlettik.

Bu sayıda;

Abi&Kardeş fanzin için bir Düşünkara Bilinçlendirme Platformu(DBP) kurdu ve bu yoldaki çalışmalarını bizlerle paylaştı. Eşi benzeri bulunmaz biryazıyla sizleri karşıladı.


Dedenin Bahçesi'nden esinler sunduk, bahçeye dalan çıkamaz demedik.


Kültür Sepeti'nin meşhur pazartesi notlarını paylaştık. Sendrom falan kalmadı.

Yağmur Güncesi'ni bir denemesiyle ağırladık. Kaleminin gücüne inandık.

Ve Jesterdvine, Sert Sessiz, Aynadaki Yansıma, Zafer Işık'tan oluşan daimi kadromuz bu sayıda da bizlerleydi.

Ve bir film bir kitap köşemiz her zamanki yerini aldı Beytepe Kaplumbağası tarafından oluşturulan yazıyla..

Gittikçe artan yazar sayımızla her sayıda daha bir heyecanlanıyoruz. Yeni yazarların heyecanı fanzine de yansıyor. Ve biz her defasında onlarla yenileniyoruz, renkleniyoruz... Tüm bunları bir arada size yansıtmaya çalışmak şurada sarf edeceğim cümlelerin yetersizliğini de getiriyor beraberinde...

Orada bir yerde de olsan bize çok yakınsın biz bunun bilincindeyiz, bir "biz" olmak için de her zaman beklemedeyiz...

Yer aldığı noktalar ya da üçleme sokağı detayları:(şimdilik)
  • Ankara Kültür Evi (Konur Sok Leman Cafe üstü)
  • Turhan Kitabevi (Yüksel ve Konur'u birbirine bağlayan köşede)
  • Baykuş Cafe ( Ankara Kültür Evi'nin üstü)
  • Kitap Kurdu (Selanik Caddesi Mustafa Kitabevi üstü, Özsüt Karşısı)
  • Beytepe Kampüsü Zen cafe kasası
  • Beytepe Kampüsü Beycafe
  • Eylül Cafe(konur 2 sokak 35/6)
  • Ardıç Kitabevi(Turhan Kitabevi üstü)

  • veya Ankara'da bir sokakta her an her yerde....


  • Not: Şehir dışından erişmek isteyenlere itinayla kargo gönderilir...

ön iç kapak
diğer bağlantılar:

20081005

Anket no:3 Darwin?


Benim dedem maymundu diyen Darwin haklı mıdır?

sorusunu yönelttiğim sizlere aldığım cevaplar tarihe geçecek nitelikte. Aslında fazla yorum yapmaya gelmez zira Ergenekon mevzusu hala başımızda. O kısma değinmeden Richard Dawkins'in sitesinin de kapandığı döneme denk gelen bu anketin cevabı "iyi ki de kapanmış baksana herkes rahatsızmış" özlü bir sonuç çıkarmama da sebep olabilir ama ben bunu da Telekom sevgimin(!) ağır basmasından ötürü es geçiyorum.

Gelelim mevzunun "maymun"dan daha sevimli bir hayvan olan kaplumbağayı tercih edenler kısmına. Efenim mutlu ettiniz beni. "Kaplumbağayı anlamak" konulu bir kitap yazmaktan vazgeçtim. Siz beni anlıyorsunuz.

Haklıdır diyenlerle bilahare görüşelim diyorum. Zira konuşacak çok şey var seziyorum. Gönlüm el verse bir kapatılacak site olmaya aday olacak kadar bunu savunuyorum. Sorunun soruluş tarzı "maymun dede" gibi kaba gelse de mevzu çok daha derin. Bu derinliği bilenlerin "haklıdır" dediğine inanıyorum. Saygılar.

20081004

Düşünkara Fanzin'in FACEBOOK hesabı hakkında!

neydik-1.sayıda yayınlanmış sayfa

ne olduk-5.sayıda yayınlanacak sayfa

not: bilmeyenler için birinci sayıda adımız Karakafa idi. Neden değiştirdiğimiz Facebook'ta açıklanmıştır. Puhahaha. Sen beni el mahkum edersen ben de seni ederim geliyor akla;)

not iki: resmi tıklayarak okuyabilirsin.

20081002

Hapishanenin Doğuşu Kitabının Düşündürdükleri


Fransız Dönemi engizisyon ceza sistemi sonrası, hapishane uygulamalarının değişimine ki çoklukla son hale dönüşümüne varana kadar geçirdiği evreler. Ceza veren ve hükümlü olan insanların psikolojilerine değinen, uzun süre anlamaya çalıştığımız hayatın her alanındaki "disiplin" uygulamalarının, aslında hayatın ne kadar içerisinde olduğunu aksettiren bir kitap. Okumak zor, ama anladıktan sonra hayata bakış kesinlikle daha az yorucu olmaya başlıyor.

"XVIII. yy. sonunda asker kendi kendini imal eden bir şey haline gelmiştir; şekli olmayan hamurdan, becerisi olmayan bir bedenden ihtiyaç duyulan bir makine yapılmıştır; duruşlar yavaş yavaş dikleştirilmiş; hesaplı kitaplı bir zorlama bedenin her bir parçasında dolaşarak ona egemen olmuş bütüne boyun eğdirmiş, onu sürekli olarak kullanıma hazır hale getirmiştir ve kendini alışkanlıkların otomatikleşmesi içinde sessizce sürdürmektedir; kısacası "köylüyü avlayarak" ona "asker havası" verilmiştir. Askere alınanlar "başı dil ve yukarıda tutmaya; sırtı bükmeden dik durmaya, karnı içeri çekmeye, göğsü dışarı çıkartmaya ve sırtı içeri çekmeye" alıştırılmaktadırlar; "ve bunları alışkanlık haline getirmeleri için, bir duvarda topuklar, baldırlar, omuzlar ve bel buraya değecek şekilde dayanarak onları bu konuma getirmektedirler, böylece ellerin tersi kolları dışarı döndürmekte, ama bedenden uzaklaştırmamaktadırlar... emir beklerken kafa, el ve ayaklarını kıpırdatmadan hareketsiz kalmaları...., nihayet diz ve baldırları gergin, ayak burnu aşağıda ve dışarı doğru, kararlı adımlarla yürümeleri öğretilmektedir."

Faucault, Michel; Hapishanenin Doğuşu; sayfa 208; İmge Kitabevi

Hukuk mezunu avukatlık sınavına hazırlanan arkadaşıma da bu kitabı önermişler. Açıkcası ben Cogito'nun "Şiddet" konulu (sayı:6-7; kış bahar 1996) sayısının bir makalesinde bu kitaptan bahsettiği için aldım... Kitabın her okuduğum sayfası beni kendi hayatımı gözleme itti. Meğer benim bugüne gelmek için bulunduğum pek çok ortam "hapishane" fikrinin sonrasında ya da öncesinde ortaya çıkan kaynaklarmış. Aile, okul, toplum, askerlik... İnsanların "eğitilebilirliği" fikri onları işkence ile ya da direk "katliam" yaparak öldürme fikrinden daha bir öne geçmiş. Nasıl olsa öleceğim hesabıyla suç işlemekten önce, ben bu işkencelere maruz kalacaksam suç işlemeyime varan; sonra suç işleyeni benzer suç işleyebilme potansiyeline sahip insanların gözüne sokarak cezalandırmaya; ardından cezalandırma iktidarının "orda bir güçüz biz ve siz bunun ne olduğunu zaten biliyorsunuz"a vararak mahkumları halk önünde yargılamaya son verdikleri döneme... En sonunda benzer suç işlemiş suçluların cezalandırılmasının uzun vadeli ve kişinin kendini "iktidar" yordamıyla eğittiği oranda da "af" çıkacağını bilerek cezalandırılması... Yani bildiğimiz hapishane sistemi. Tabi bu hapishane oluşumu da bugüne gelene dek oldukça farklı evreler geçirmiştir henüz kitabın o anlatımları olan kısmına gelmedim...

Benim dikkatimi çeken kitapta "disiplin" başlığı altında aile, okul, toplum, askerlik vb. oluşumlara değinmesiydi. Bunlar, insanların kendilerini hükmeder halde buldukları ya da hüküm altında kaldıkları bize çok yakın toplumsal evreler. Bir ara hapishane sisteminde bu kitabı okumadan evvel "af" olmasına kızdığımı anımsadım. Ve sonrasında beni düşündüren eğer af olmazsa bu insanlar "hapishane"de hiç de "iyi" insan olmazlardı fikriydi. Ömür boyu hapse mahkum bir insanın hapishanede çıkarmayacağı hır yoktur, affedilmeyeceğini bilse tabii... Bir an aklıma Carandiru hapishanesini konu alan ve gerçek olay anlatımı olan "Carandiru" filmi geldi. Orda da "sistem"in yaptırımına boyun eğmek istemeyen pek çok insan kendi kendilerini öldürtmek adına da olsa "harp" çıkartmışlardı hapishane içinde. Her şeye rağmen yine de koyun gibi dizildikleri hapishane bahçesi ve başlarında yine bir "sistem yöneticisi" fikri ürkütücüydü.

Af olayını bir de şu yollu aklımdan geçirdim. Biz ilkokula başladığımızda bir gün ilkokulun biteceğini biliyorduk. Sevmediğimiz ilkokul öğretmenimizden bir gün ayrılacağımızı da.. Ya da sevmediğimiz o iğrenç öss sınavının stresinin bir gün son bulacağını da. Düşünsene hayatın boyunca sürekli aynı şeyleri yaşadığını. Şu an başımızda olan AKP hükümetinin bir gün aşağı ineceğini de biliyoruz mesela. Hani "hep" orda olacağını bilsek bir hır da biz çıkarırdık sanırım. Bunlar da hayatın "af"ları diyorum öyleyse... Aile mevzusunda da bir gün evlenip evimizi ayıracağımızı falan düşünürüz herhalde. Ama onlar bunların arasında en uzun sürelisi olanı diyebilirim. Askerlik... Bu mevzuda bir bayan olarak akıl yürütmem ne kadar doğru bilmiyorum ama beni yıllarca dikte "etmemiş" babamın, annem bir süre şehir dışına çıkınca "bugün kaçta geleceksin?" diye sorduğunda benim sinir oklarımı ona doğru fırlatmam sanırım; birden bire ortaya çıkan daha kapısından içeri girerken saçlarını 3 numara (2 miydi?!) kazıtmak durumunda olduğun bir "askerlik" evresini anlamama yeter herhalde. Hani nazaran rahat bir hayatın içinden birden bire dikte edilmek için gidiyorsun. Mecbursun. Hayatının bir evresinde yapacaksın. Kitabın askerlik ile ilgili kısmını okuduktan sonra "bir an önce yap, kurtul" dediğim insanlardan özür dileyesim geldi...

Daha neler düşündürür bu kitap bilmiyorum. Sadece bazen okurken çeviri de olsa o "uzun" cümleleri gerçekten anlayabilmek için kendi sesimi duyduğumu biliyorum. Yüksek sesle okumak zihni hem canlı tutuyor hem de daha iyi anlaşılmasını sağlıyor fikrimce. İlk kez denedim ve yararını gördüm, tavsiyem olsun...