20110130

imha

imha bulutları indi bugün de gökyüzüne. 
kendi rengine benzetecekmiş bizi de
beyaz beyaz akacakmış hepsi
ayaza kalacakmış, yolda kalacakmış tüm gitmek isteyenler
yola çıkmayın dediler
yine siz siz olun beyaza çıkmayın dediler
ne var bunda çıkacağım işte...



20110122

Saf aşkın bir de çirkinin içerisinde anlatımı: Jules et Jim (1962)







dikkat bu yazı film hakkında detaylı bilgi içermektedir.




Yön: François Truffaut

Oyn: Jeanne Moreau-Catherine
         Oscar Werner-Jules
         Henri Sere-Jim



İki erkek ve bir kadın...
Çok iyi arkadaş diyebileceğimiz Jules ve Jim arasında “paylaşılmak” istenen kadındır Cahherine.

 Hani vardır ya karşı cinsten çok yakın gördüğün bir insanı bir taraf hep “beni sevgilin yapma” diye bağırırken -evet oldukça istisnai bir durum- kendine engel olamayan öteki taraf  hep çoktan almış başını gitmiştir, yapacak hiçbir şey yoktur. Yaşamak lazımdır. Daha fazlasının olmaması için sebebi yoktur. Sevgili olursa bir gün sona erecek olanlarla birlikte “arkadaş” kalabilme ihtimali de son bulacaktır. Bunu o an düşünmez insan. Fakat, bu film arkadaşlıkla sevgili olmak arasında gidip gelinen ve bir nevi o ince çizgiyi dahi barındırmayan bir yapıya sahip tüm ilginçliği ile...



Catherine’nin Jules ve Jim ile her şeyden önce çok iyi bir arkadaşlığı vardır; ama Jules bunu çok daha fazlasını bekleyerek farklı bir teklif sunmuştur Catherine’e. “Benimle evlenir misin?”. Bu soru bile o kadar alalade bir mekanda, hatta ve hatta ortak arkadaşları Jim’in bile yanında sorulmuştur. Yangından mal kaçırır gibidir...


Jules sorunun sonrasında Jim’e döner ve şöyle der: “Büyük bir ihtimalle kabul edecek” içindeki şüphe bile aslında korkusunun özetidir...

  Bu üçlü ilişkide saf aşık rolünü üstlenen Jules, daha tanıştırmadan önce Jim’i uyarmıştır. “Catherine hakkında sakın bir şey düşünme!” 


Bu yeterli mi?

En başından beri engellenen Jim hayranlık beslediği Catherine karşı 
hep içinde gizlediği sevgiyle iyi arkadaşı oynamıştır. Jules’un da Catherine’in de dostu olmuştur.



 Fakat, Catherine evlendikten sonra Jules ile ilşkilerinin monotonluğundan sıkılmaya başlar... Jim yanlarına geldiğinde ona evliliklerinin durumunu “manastır hayatı yaşıyoruz?” diye özetler. Jim’e ilgisi işte bu sıkıldığı dönemde açığa çıkaran Catherine için, Jules Jim'e bir fikir sunmaktadır: 


“Siz evlenirseniz iyi olur, Catherine gitmez hem?”

Onun gitmesi için ortak dostları ile evlenmesini göze almaktadır...

Bu yapılan fedakarlığın gerçekten aşk adına mıdır!

Aşık olduğu kadına başkası dokunacak, hem de gözlerinin önünde olacak tüm bunlar...

Tüm bu fikirlerle yaşayabilme cesareti Caterine’in daha önce gittiği her yerden Jules’a geri dönmesinden ileri gelir.


Bu esnada Jim’in kafasında başka birisi daha vardır.

Onun için gidiş gelişler yapmaktadır.

Catherine’i Jules’un yanına bırakarak.

Evlenmemişlerdir henüz ama Jim’in karar vermesi beklenmektedir.

Ve Jules’un Jim'den istediği gibi “Catherine gitmemiştir hem”,
 bakın şu işe Jules un yanında Jim’i beklemektedir.

Jim’den gelen mektuplar kafasının karışık olduğunu, “karar verme aşamasında” olduğunu vurguladıkça Catherine Jules’a her mektubun ardından sorar;
 “Jim beni seviyor değil mi?”

  Serde kaybetmemek vardır, yüzüne bile bakamadığı Jules’un cevabı “Evet”dir.


Onun dostu, onun sevgilisi, çocuğunun babası ve son olarak da başka bir insan için umudu olmaya her an hazır biridir Jules.

Akla gelen yine aynı soru. Bu gerçekten aşk mıdır?!

 Biri onun için her şeyi yapıyorken, “yanında olmayanı” tercih eden Catherine..
Bir kişi tarafından bu kadar kabulken “reddeden” için bir son seçen, yazan ve yine o sonu oynamaya can atan Catherine.

Bir imgelem olan "direksiyon" onun elindedir ve yüzünde yine "aynaya bakmışcasına" bir gülümseme, Jules “takip” etmelidir ve Jim onun yanında olmalıdır..

 Catherine’in yaşadığı aşk mıdır?

 Çizin altını; isteyen üstünü çizsin, çünkü  YORUM YAPIYORum;

 Catherine sadece ve sadece KENDİNE AŞIK’tır.

Başka kime aşık olursa olsun, bu yetmeyecek, hep bir başkasında da sevildiğini hissetmek için hiç durmayacaktır

(nokta)



1962 yılında yapılmış olan bu film, senesi de baz alınınca, oldukça dramatik bir tablo oluşturmaktadır. Günümüz tüketim toplumunun, derinlikten uzak ilişkilerin, çabucak harcanabilen insanlık senaryolarının hepsini birden bu üç karakterde bir güzel resmetmiştir Truffaut. Araya senelerin girmesi hiç mühim değil, mevzuu insansa bu senelerce önce en uç noktasında bu senaryo ile kalem alınmışsa, bugün de hala aynı ya da bir doz farklı şekillerde gerçekleşebiliyorsa, bir durup bakmak gerekir. Ama yalan yok, bazı insanlar dikiz aynasına bakınca sadece kendisini görür!

İyi seyirler...

 not:bu yazı aralık 
2006'da yazılmıştır. 
yakın zamanda 
az biraz 
güncellenmiştir.

20110118

bildiğin

kendi kendimize kaldık,
yetmedi den_ize sardık
o da yetmedi, -öylece düz duvara- dedik...
kaldık.

                 hani gerçekten öylece...

sonra size sardık,
sizin gözlerde orada hani,
biz, onları da bildiğin d_ize sandık.

                hani gerçekten bildiğin...

en derindeki balıktık ya,
-bildiğin duvara- balıklama dedik de
yine bilmediğin kaldık.

               hani gerçekten bilmediğin...


yasemin şahin


20110114

Deli Bal - Pelin Buzluk

   

     2010 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'nün de sahibi Pelin Buzluk'un ilk kitabıdır Deli Bal. Bu kitabı okurken araya zamanlar koymak istedim, onun yazarken ki hissiyatını taşır gibi... Zaman geçti, onuncu öykünün sonundan başladı birinci öykü biliyor musunuz? O kadar güzeldi ki bu serüven... Kitabın kapağındaki Deli Bal almış sürüklemiş gibiydi beni, hani böyle her öykü bitişinde bir kapı aralığından gel bak buraya da der gibi... Öykülerinin hepsi başka başka bir tat verdi. Pek çoğunu çeşitli edebiyat dergilerinde karşılamıştık, uzun süredir yazıyor Pelin. Hepsini bir arada okuma keyfini verdi bize Deli Bal.

    Öykü başlamadan evvel yazmış olduğun alıntılara mı kapılıp gideyim yoksa öykü bitiminde tekrar mı dönüp bakayım bilemedim bazen.. Tüm öykülerde ayrı ayrı başka bir üslup yakaladım, hepsini de Pelin bu diye, benimsedim; sonraki öyküde ne ile karşılaşacağımı bilemedim çoğu zaman... 

    "Deli bal, çok az yenildiğinde sinir bozukluklarına iyi gelen, çok yenildiğinde ise merkezi sinir sisteminde felçlere neden olan bir bal türüymüş. Pelin Buzluk’un Tanrı, varlık, korku, inanç ve tek biçimlilik üzerine kurulu öykülerini içeren Deli Bal kitabı isminin hakkını veriyor. "

    demiş Bir Paragraf. Deli Bal’ın tam anlamının bu olduğunu öğrenince ayrı bir parçayla güzelleşti öyküler. Hani kitabın isminde bile bu detayıyla güzelleşebiliyorsa bir kitap, öyküleri de siz tahmin edersiniz sanırım.

İyi okumalar..


20110108

fazla mı

tarihini hatırlamadığım pek çok gün, 
saatini anımsamadığım için sizin sabah dediğiniz gece, 
el yazısını bilmediğim yazarlar, 
sesini bir türlü duyamadığım kaplumbağalar, 
doğumunu göremediğim annem, 
kanadını tutamadığım kuşlar, 
hep yaşamaya meyilli olduğum aşk,
ölümünü görmemek için terk ettiğim sevgilim, 
noktasını koymak istemediğim cümleler, 
elimi atınca boş olduğuna üzüldüğüm kahvem,
bazı anlar hüznünü duyup kahrolmaktan kaçtığım dostlarım,
köklerini sadece hayal ettiğim ağaçlar, 
çocukken yüzüne gülmediğim palyaçolar, 
yudumlarken varoluştuğum, sonrasında yok olduğum alkol,
yarasını bile tanımadığım babam,
bana baktığında yüzünü görmediğim adam,


sonunu çekmeyi istemediğimiz için hala yaşıyor olduğum hayatım filmi,
sizi fazla mı sevdi?...


Rene Magritte - Le masque du genie

20110107

rüyamda tom waits'ten time'ı damien rice söylüyordu. avuçlarımın arasındaki bir kitabın içinde de siyah beyaz bir resim. resimde ağaç, çok fazla gölge ve bir adam. hayranlıkla seyrediyordum. sanki uzun süredir bakmayı özlediğim bir resimmiş ve ben onu sonunda bulmuşum gibi. birkaç da sözcük vardı ben cümle kuruyordum, resim sözcüklere susuyor, adamsa ağaç gibi kuruyordu; damien rice ise tom waitsin gölgesinde şarkı söylüyordu. durup eşlik ediyordum şarkıya. gölgelere özenip alıyorum cebime rüyamı. uyanıvermişim, ilk cümlemdi:
"anne, ben dün kimin gölgesiydim?"

20110105

Annem





      Ben sadece annemle uyudum dediğimde erkek arkadaşlarım çok güldüler. İşlevi olmayan bir uzuv taşıdığımı zannediyorlardı. Onlara bunun aslında işe yaradığını göstermek isterdim, ama nasıl? Annem her şeyimden haberdar. Ona mı sorsam? Benim her şeyimi bilir annem. Benden daha iyi düşünüyor. Oldukça mantıklı konuşuyor, her dediğini yapsam hayatta hiç kötü bir şey olmaz sanki. Çok uzun boylu değilim. Yakışıklı da değilim. Kızların ilgisini çekmiyorum. Küçükken arkadaşlarım benimle top oynarlardı. Sokaktan geçen kızların üzerine fırlatırlardı topu, ben hiçbir şey anlamazdım. Şimdilerde anlatıyorlar yine kızların üzerinde kendilerinin olduğunu, bir takım oyunlar. Uyurlarmış sonra, ben de annemle uyuduğumu anlatmaya başladığımda onların anlattığı hayatlara benzemiyor cümlelerim. Hep yatmaktan söz ediyorlar ve göğüslerden. Ben anneminkilerini biliyorum. Küçükken oynamama izin verirdi. Hatta küçük kardeşim onu daha çok emdiği için ona bir ceza vermiştim. Bir daha emmeyecektim. Annem çok üzüldü. Büyüyene dek emmelisin dedi. Şimdi arkadaşlarım oldukça büyükler ama hala emmekten söz ediyorlar. Bunu anneme şimdi söylesem ve ben artık vazgeçtim anne, seni emeceğim desem, ne der ki?

.......

     Dün denedim, anneme, seni emeceğim dedim. Annem ses etmedi. Emeceğim, dediğimde vücudum irkildi. Kollarımdaki tüyler birbirinden bağımsız gibi duruyordu. Avuçlarım gerildi. Bu hissi bilmiyorum, daha önce emdiğimde olmazdı herhalde, hatırlamıyorum. Bazen arkadaşlarım anlattığında olurdu. Emmek böyle hissettirdiği için mi güzel? Annemin açıklaması gerekli ki anlayayım. Yarın bir daha mı sorsam?


.......

     Bugün anneme sormadan onu emmeye başladım.Önce pütürlü bir tad geldi dilime. Tadı kötüydü, yutmadığım sürece sorun yoktu. Keyifli olmaya başladı sonra.  Dudaklarım uyuşana kadar emdim. Bizim evin döşemeleri gibi kokuyordu. Babam bizi küçükken havaya kaldırmadan yere atardı. Bu oyun gibiydi. Tıpkı arkadaşlarımın topa vurmasına benzerdi. O zamanlar hissederdim bu kokuyu. Anneme doğru atardı bizi. Hani arkadaşlarım da yolda geçen kızlara fırlatırlardı ya topu, tıpkı onun gibi. Emmeye devam ettim. Bu kokuyu sevdim. Arkadaşlarıma benziyordum artık. Ellerimdeki o gerginlik gitmişti, sarıldım sıkıca. Bir ara gözümden yaş geldi. sanırım bu arkadaşlarımın bahsettiği ıslaklıktı. Elimle alıp yüzüme, dudaklarıma, anneme sürdüm. Emmeye devam ettim. Bir anda biri gelip beni sırtımdan çekiştirdi. Annem sessizdi, öyleyse bu kimdi. Kardeşim olduğunu düşündüm. Umursamadım. Ben emecektim bugün, tüm gün ben emecektim! Babam olamazdı annem demişti bir keresinde, onu gömmüştük uzağa. Sıktım iyice annemi, bırakmak istemedim. Arkamdakiler iki kişi oldu ya da hep iki kişiydiler bilmiyorum... İki kolumdan tutup çekiyorlardı beni geriye doğru, daha fazla sarılamadım anneme. Yere düştüm sırtüstü. Ortalık zifiri karanlıktı. Kimseyi göremiyor gibiydim, iki kişi aralarında konuşuyorlardı anlamıyordum. Gözlerim gözyaşımdan puslanmıştı, karanlık bile net değildi. Karanlık net olur muydu ki? Birden bir fener ışığı belirdi, kocaman bir toprak yığınının üzerinde, bir onu görebildim. Aralarında konuşuyorlardı. Bağırıp onlara bizi yalnız bırakmalarını söylemek istedim, bu tür şeyleri hep annem söyler nasılsa diye ben sustum. Annem de susmuştu. Fenerin ışığı bir tahta parçasını aydınlattı. Bir şeyler vardı, yazı gibi, görüyordum artık. Karanlığı bile görüyordum, iyiydi, anneme tutsalar ya şu ışığı, o korktu herhalde, konuşmuyordu. Orada olan iki kişiden biri erkekmiş, sesi daha net çıkıyordu, ama ne dediğini anlamıyordum. Annem ses etse de gitseler şunlar dedim. anne söyle de gitsinler diye bağırdı içim. Adam birden daha net konuştu:

      "Daha bugün gömülmüş, neyin oluyor bu senin, napıyordun sen?" 

film karesi Un Chien Andalou