20100730

Babalar unutulmak içindir

Yalnız başına kaldırımda oturuyor ve gerçekten hiç araba geçmeyeceğine inandığı anlarda yola taş fırlatıyordu. Ona bir ara araba geçiyorken de taş atmasını öğretmeliydim.

Benim onun yanında durduğumu fark edince "Babamı hatırlamıyorum." dedi çocuk. Bir an onu kucaklayıp sıkıca sarılmak istedim. Bu onun gerçekten dönüştüğü bir andı.
"Boşver," dedim. "Babalar unutulmak içindir." Kafasını kaldırdı hızla ve şaşırmamışlığıma şaştı.

Yoldan geçen bir aile gördü. Ama tam aile. Baba - anne - çocuk. Attığı taşlar vardı yol üstünde. Çoklardı. Çocuğun yüzü gülüyor, annesinin elinden tutuyordu. Baba ise ifadesizdi ve yanlarında, sadece yürüyordu.  "Sana neden unutmanın normal olduğunu söylediğimi anlamış olmalısın." dedim. "Evet." dedi.
Çok da anlamış gibi değildi ama evet demesi yeterliydi şimdilik.
"Peki, yoldaki taşlara neden en çok baba basıyor sence?" diye sanki ömrüm boyunca hiç cevaplayamayacağım bir soru yöneltti. Bir taşın üstüne basıp neden olabileceğini hissetmek geçti aklımdan, yapmadım. Ona hemen bir cevap vermeliydim, yoksa o geçen sürede babasını hatırlayacaktı ve her şey berbat olacaktı. Bir sigara yaktım, zaman kazanmaya çalışıyordum. Aldığım nefesi uzunca içimde beklettim. Yüzüme bakıyordu merakla. Boğulsa mıydım?

"Taşlar," dedim, "aslında onun ayağının sürüklediği şeyler."
 "Nasıl?" dedi. Anlamadım ifadesiydi daha çok. Sesinin tonunu yumuşatmıştı ve çok heyecanlıydı.
 "Yoksa sen.." dedi, sözünü kestim bir anda.
"Hayır," dedim, "taşlar babaya aitler."
 "O babaya mı?" dedi.
Soru sormak için sormuştu. Farkına vardı cevap vermeyince. Büyüyordu sanki. Büyümemesi için cevap verdim. "Hayır" dedim, "tüm babalara."
"Çocuklar kime ait?" dedi hızla. Büyümekte ısrarcıydı. "Gel," dedim "hadi eve gidelim, annen merak edecek." Onu sadece annesi büyümekten vazgeçirebilirdi. Elini tutardı belki... Ben içimden bunları geçirirken o benim elimi tuttu. Birlikte aynı yolu geriye doğru gittik. Ben kocaman ayaklarımla yoldaki taşlara basıyordum, o ise hiç bir taşa basmadan yolu adımlıyordu. Ona bir ara attığı taşlara basabilmeyi öğretmeliydim.

20100728

Hep o insanı solu-ya-can...


Karanlık düşleri olan karanlık insancıklar. Ne çok şey olabilmiş(!), ne de kendini hiçin içinde anlamlandırabilmiş; doğumuyla ölümü arasında, her gün güneşin doğuşunu ve batışını izlemeye mahkum insancıklar.

Sabah yataktan kalktığı andaki ağız kokusuyla çay demleyen ve tüm gününü gece kahvesine dek sürdüren mazlumlar. Gördüğü, konuştuğu, tekrar tekrar baktığı, yarattığı ve seviştiği herkesi avuç içlerini yalatarak geceye çeken zavallılar.

Biz!

Güneşin aydınlattığı ve her defasında gözlerimizi kamaştıran gündüzün yenilmez vasfını bir sokak lambasına değişebilecek denli korkunç biz. Ve sonra gün boyu ufka yakın bir yerde konaklayıp geceyi arzulayan yine biz. Tüm bunlara rağmen, bulduğu ilk fırsatta da güneşe peşkeş çeken biz... 
Ne yaşarsak yaşayalım, ne istersek isteyelim her şeye kılıfız. Her an her şekilde üzerimize geçireceğimiz giysileri bulacağımız bir portmanto taşıyoruz yanımızda. 

Hal bu ya insancık olduğumuz değişmiyor!

Neye ihtiyacımız olduğunu görebilsek ah bi! İşte o zaman güneş de bizim yüzümüze tükürecek!

Tumturaklı bir bataklığın içinde geceyi bekliyoruz.

Hani her şeyin üstünü örtmek ve sadece kendimizi görmek için.

İnsan kendini görmekten vazgeçmeye hazır olduğunda aşık oluyor. Bu hazır olma durumu tabii ki her zaman başarıyla sonuçlanmıyor. Git - geller, yadırgamalar ve kendini görmeyi az birazla yetirenler oluveriyoruz bir anda. Ta ki geceye kendini teslim edene dek...

Güneşten daha büyük bir yıldız bulmuşlar yine son günlerde ve ben buna yoruyorum sanırım güneşin etkisini kaybetmesini. Kendimi ufukta karanlığı beklerken görüyorum ve avuç içlerim kanıyor. 

Sanırım yaşarken değil bittiğinde yaşadığın başka başka hayatlara benzetmek bir meziyet. Bu avucumdaki kanı tanıyorum! Bu tadı tanıyorum! Ben geceyi de tanıyorum!
 Tek suçum yaşarken geçmişe hakkını vermemekti. Onu hayal etmemekti. Sanırım ve çoğunlukla da reddetmekti.

Bunu yapmayanların yanıma çektiği güneş, şimdi boşluklarını boyayan ellere kan akıtıyor. Güneş kıpkırmızı diyorum en sevdiğim renk! Gecenin de ondan bir farkı yok.

Yahu durun, hayıflanmak değil de sanki kendime küfretmek gibi her şey!

Bir saniye!....

Herkes "git!" diyebildiği için gitmiştir. Ve ömrü boyunca herkes "git!" diyebilme potansiyelini içinde barındırdığı için gitmelidir. Gece- gündüz fark yok! Yetilerimizin farkına varalım lütfen! Ve hep bir ağızdan küfredelim kendimize!

İnsan -kendine bile- bir parazit solucan ve ne yaparsa yapsın, isterse yaşamasın sen hayatın boyunca hep o insanı solu-ya-can!...  Hep o insanı solu-ya-can...


yazıdaki resim tarafımdan yapılalı çok az olmuştur.

20100724

The Fountain / Kaynak (2006)








Aşkı Kalıcı Kılmanın Yolları:Kaynağa Ulaş!


The Fountain

Yön:Darren Aronofsky


Hugh Jackman-Tomas/Tommy/Dr. Tom Creo


Rachel Weisz-Queen Isabel/Izzi Creo


Ellen Burstyn-Dr. Lillian Guzetti

“Bu yüzden yüce Tanrı Adem ve Havva’yı cennet bahçesinden kovdu ve “hayat ağacı” nı korumak için alevli bir kılıç yerleştirdi”


GENESIS 3:24






TAMAMLA!

Hayatın tam içinden geçiyorken bize bir şeylerin tamamlanması mesajı veriliyor.

Çünkü eksik olan o kadar çok şey varken bu eksikliklerin bir ölümle bütünlenmesi hatta ve hatta sona ermesi ihtimali bizi “kalıcı” olmasını istediğimize doğru, daha çok sürüklemekte ve bir SON görünürde var ise bu SON aslında hiç istenmemekte.


Öyleyse ne yapmalı.


Hayatın içinden geçene içimizden geçtiği gibi mi davranmalı.



Reddetmek ?


belki bi nebze gerekli. ama daha çok onu benimsemek, bir kabul edenle birlikte hayat ağacının kaynağını bulmaya çalışmak gerekli.


Kabul eden:


-KORKMUYORUM.


-Ama ben korkuyorum.


Kayıplar korkutur.



Kaybetmemek için yaralar alınır.


”Ölüm saygıyı öğrenmek için dehşetli bir yoldur”.


Ölüme saygı duymanın anlamı değildir boyun eğmek.


Ölüm değerli olan için çırpınmanın anlamını öğreten bir yoldur.


Ve ölüm; karşı karşıya olunanın saygıyla beklemesi gereken bir yolken; kayıp niteliğine bürünmüş olan ölüm, kaybı hisseden tarafından savaşılması gereken bir sonuçtur.

Her insana farklı bir haz farklı bir korku silsilesi yayan ölüm, kaynağa en yakın duran ve kaynağın bulunduğu vakit içinden geçilen ve bir geri dönüşü olmadığına inandırmakla kaybı hissedene TAMAMLA! ve buraya gel mesajını veren....

ama;


Bu mesajı alana dek süründüren, belki bi nebze yaşayanı “huzur”a kavuşturan


/çünkü o saygı duyan/


yoldur.

Bu yol hayatın içinden geçerken yanımızda.


Belki hayatın başılangıcında, sonunda…


Ama kaynağa daha yakın…

Hayatın her aşamasında düşünülmesi gereken soru:


Kaynak hayatın başında mı sonunda mı?

Kaynağı arayış aşamasında söylenecek söz:


ENDİŞELENME

HER ŞEY YOLUNA GİRECEK!!


................................


..................

Pekala seviyor.


Kaynağı bulmak aşamasında seviyor.


kaynağa yakın olanı seviyor.


Tamamlamasını isteyeni seviyor.


Öyleyse tartışmak gerekli sevenin yanında mı olmalı kaynağa yakın olmak için O’na uzak/yakın mı olmalı.


Onun için kaynağı aramalı. ama onsuz mu aramalı.


aklının her bir köşesinde onlayken maddi anlamda yanında olmamanın


cezası mıdır onu kaybetmek.


bunu mu düşünmeli yoksa o yokken de kaynağı bulmak yönünde arayışlara devam mı etmeli.

Peki ya o TAMAMLA demişse.


O istemişse oturup üzülmeli mi. Aklının her bir köşesi onu hayallere mi götürmeli yoksa bir acı gerçeklikle beraber “burada” mı kalmalı.


sindirmeli sindirirken mi tamamlamalı.


Hayır! kaçış değil bu hayal kurgusu.. asla değil.


sadece sevdiğine daha yakın olmayı arzulayan bir adamın hayatı unutuşu.


Tamamlamakta hem o.


hayat ağacına ulaşmayı arzulamakta.


Sevdiğine daha yakın durmayı arzulamakta belki bi


SON la.



O’na yakın olmak mı ne demek:


belki bir yüzüğü kaybetmek, ama onu sonsuza dek kazımayı istemek.


Her hayalin içerisinde sadece o kazınan “iz” in aynı olduğu, yoksa ölümün de sevginin de, hırs ve tutkunun da farklı bakış açılarıyla anlam bulduğu bi dünyaya dalmayı istemek.


o iz anlatmaktadır kimi düşlediğini o “iz” bize bunu öğretmelidir kimle hayale dalmak gerektiğini..

Ve sonra hissedilmelidir aşkın kaynağı aslında hepimize bir gün


“ihtiyaç” olacağı.



Hepimizi aramak için belki bu kadar çaba harcamayacağımız ama olmasını isteyeceğimiz bir kaynağın aslında var olduğunu bilmemiz gerekmektedir.


Çaba dediğin belki beyinde yeşillenmeli, belki de kalbin tam ortasında.


ama yeşillenmeli, toprağa karışmalı sonra,

bunun olacağını hep bilmeli.


gerekli olan saygıdır ve bunu O’na vermeli, bir gün yeşile bulanacağını herkes kabul etmeli!




Bu yazı 25/06/2007 tarihinde tarafımdan yazıldı.

20100723

Tanrı seni çıplak istiyor, sen kendini giyinik, insanlar ise suçlu.




Yanıtını bulmak zorunda olduğum bir sürü soru. Tanırının karşısında yine çırılçıplağım. Kendi karşımda ise kat kat elbiselerimi kuşanmış bakıyorum. Her soru bir kat elbise demek ve ben soruları sordukça sanki bedenim kalınlaşıyor. Derimi hissetmiyorum. İğne yerine çuvaldız gerekli sanırım.

Babama gidiyorum. Onu yine dinlemediğim bambaşka bir konuşma yapıyorum. Onunla ilgili her şey kuşkulu içimde. Babam konuşsa kuşku hissini duysam diyorum bazen. Bir nevi terapi. Bu kadar kesinlik iyi değil çünkü.

Tanrı seni çıplak istiyor, sen kendini giyinik, insanlar ise suçlu.

İnsanlar beni suçladıklarında, suçları üzerime geçiriyorum. Yadsımaya gönlüm elvermiyor. Vicdanım hiç rahat değil, çünkü yaptığım ya da yapabileceğim yanlışların bilincindeyim. Bu sebeple bu konu benim için çok hassas. Çoğu zaman söyledikleri yanlış değil. Suçlandığım şeyleri yapmış olmuyorum ama pekala yapabileceğimi biliyorum. Suçluluk duyguları ekleniyor giyinik bedenimde. Tenime ulaşmak şimdi daha güç. Çuvaldız mı? Geçelim dostlar! Tanrı çok uzakta! Çıplak olmak mümkün değil!

Anneme gidiyorum. Bedeni çok yakında, kuşku yok içimde. Dokunuyorum. O konuşsun ben dinleyim. Beni dinledikçe benim kuşku duymamı sağlıyor. Annem bu dünyada en çok babamla konuştuğun için mi babamın tüm cümleleri bana kuşkulu geliyor? Ben de potansiyel bir anneyim. Kuşku yok içimde, bakın tüm suçlar benim.

Suçlar üzerimde, tüm hatalar bedenimde. Başka bir baba da benimle birlikte, Tanrı o çıplak vücut, en çok dokunmak isteyen. Çocuk gibi. Ben gibi.

Annemi biliyorum, babamı biliyorum, Tanrıyı biliyorum. Bir kendimi bilmiyorum. Çünkü ben hepsiyim. Anne, baba, Tanrı ve çocuk. Yaşasın çıplak vücut dansı ve yaşasın çuvaldızlar, elbiselerim renk renk ve ben bugün hangisini giysem?

20100717

o böceği çizmeyecektiniz! ya da kafka'nın dönüşüm romanı için isteği




Kafka'dan "Kurt Wolff" yayınevine,                                                                                  Prag, 25 Ekim, 15

"Son mektubunuzda, Değişim'in kapağını Ottomar Starke'nin yapacağını yazıyorsunuz... Daha çok illüstrasyonla uğraştığı için Starke'nin tutup böceği çizmek isteyebileceğini düşündüm. Sakın ha, lütfen buna engel olun! Etkinlik alanına karışmak istiyor değilim, Sadece doğal olarak hikayeyi daha iyi tanıdığım için rica ediyorum. Böceğin kendisi çizilmez. Bir kereliğine olsun, uzaktan bile gösterilemez. Böyle bir niyeti yok da benim ricam gülünç kaçıyorsa - çok daha iyi. Ricamı kendisine ulaştırır ve üzerinde durulması konusunda ısrar ederseniz size büyük bir gönül borcu duyacağım. Kapak resmi için önerilerde bulunmama izin verecek olursanız, şu sahneleri önerirdim; kapalı kapının önünde duran anne babayla bürodan gelen müdür yardımcısı ya da daha iyisi anne, baba ve kız kardeş aydınlık odada durmuş bekliyorlar, o kapkaranlık yan odaya açılan kapı da açık..."

ve Kurt Wollf'un kitabı yayınladığı Ottomar Starke'nin çizdiği hali ve bugüne kadar hiçbir ülkede Kafka'nın isteğinin olmamışlığının göstergesi:


Penguin Yayınevi



Hamburger Lesehefte yayınevi



Anaconda Yayınevi



Can Yayınları


Bordo_Siyah Klasikler


Cem Yayınevi



AltıKırkBeş Yayınevi



İlya Yayınevi



İthaki Yayınları






Alakarga Yayınları


ve çeşitli amaçlarla şekillenen "böcek" Gregor Samsa...





























 
Travis Louie


3 Temmuz 2013 tarihinde Google'ın Kafka'nın doğum günü için hazırladığı doogle






 Kafka'nın isteğinin sadece bir tiyatro sahnesinde gerçekleşmiş olması ne acı....




kendimizi kötü hissetmemiz gerekmez mi?







Bu mektup Ocak-Şubat 1984 Yazko Çeviri - Kafka Özel Sayısı'nda yayınlanmıştır.

20100713

ağız kıpırtısından anlamlar çıkartıyorum




aralık'09 kitap kurdu

Merhaba,

Yazacağım bu mektubu sevmeyeceğimden eminim. Seni bilmiyorum. Ben ki bugünlerde yazdığım hiçbir şeyi sevmiyorum zaten. Yaşadığım hayatı, ellerimi, kokumu, evimi, yatağımı.. Ayak bastığım merdivenlerden hele nefret ediyorum. Beni bir yere götürmeyecekmiş gibi geliyor. İndiğimde ya da geri döndüğümde de bir anlamı olmadığını görüp devam ediyorum sonra. Konuşurken ağzımdan çıkan her kelimeden nefret ediyorum. Sessiz kaldığımdaki asık suratımdan. Bazen ellerime bakıyorum tüm parmaklarım birbirini yemiş gibi eğiliyor ben isteyince falan. Bir tek benim isteğime bakıyor ve ben hiçbir şey istemiyorum. Eve geliyorum evin yolunu hala biliyor olduğuma küfretmek istiyorum. Sahi nasıl unutsam? Annem yüzüme bakıyor. Neredeydin der gibi… Belki de soruyor bilmiyorum. Ağız kıpırtısından anlamlar çıkartıyorum. Annem diyorum o acaba beni doğurduğu günden beri mi benden nefret ediyor. Ben ondan kaç zamandır nefret ediyorum? Kendi hislerimi yansıtmaya çalışıyorum. Bunu anlıyorum. Annem aslında beni seviyordur herhalde. Peki ya ben? Peki ya sen? Beni sevme sakın ha. Beni severken bana sormuyor çünkü insanlar. Buna gerçekten kızmaya başlıyorum. Sevmeye başladıkları anda sıyrılmak istiyorum o kimlikten. Sahi kimlik? Kime aitsin? Kime aitiz? Ne yazıyor orada? Seni sevenlerin isimleri mi? Anne baban seni sevmeli mi? Bir gün hiç sevmeyeceğim bir çocuk dünyaya getiremez miyim? Yahu sahiplikle mi geliyor sevgi. Sahip olmadan sevsek? Hiç gerek yok aslında böyle şeylere…


Sana sormak istediğim, seni en iyi anlatan kelime nedirdi aslında? İşte şimdi bu kelimeyi bana söylemeni istesem.. Senden bu mektubu alıp okumanı istemek dışında bir de bunu istesem. Ne çok şey istiyorum. Bir kelimeye sığabiliyor musun? Gerçekten sığabiliyor musun? Sığmalı mısın? Sen kimsin? O kelimenin bilmem kaçıncı harfi ya da bunu okuyan bilmem kaçıncı kişinin isminin son hecesinden türeyen hangi kelimesin?

resim: ihsan arı

Bu bir mektuptur...




aralık'09 kitap kurdu




      Bu bir mektuptur...

      Bu mektup gerçekten ve gerçekten de sanadır. Sakın sorgulama. Hatta şu an açtığın zarftaki gönderen ismine tekrar dönüp bakma lütfen. Hayır, hayır korkmamalısın! Bir kâğıt parçası sana ne yapabilir ki? Hisset. Tüm bu cümleler senin için kuruldu ve senin okuman için göz seyrine sunuldu… Ne hissediyorsun? Gerçekten hissetmeni istediğim şeyleri mi? Cümleler henüz o kadar büyümedi... Kimse henüz o kadar büyümedi ki…

      Sana biraz kendimden bahsedeyim mi? Evet, senden bahsedemeyeceğime göre… Kim birine ilk kez mektup yazarken ondan bahseder ya da ne şekilde bahseder? Özlediğimi yazmalıyım belki de? Evet, evet kesinlikle özledim… İnsan özlüyorum ben. Gerçekten insanları özlüyorum. O kadar çoklar ve her yanımdalar ki, ben gerçekten onların benden uzak olanlarını özlüyorum. Keşke hepsi beni yalnız başıma bıraksa da ben onları özlesem diyorum… Özlemek güzeldir kuzum, sen de özlemelisin…. En son ne zaman birine mektup yazdın? İşte şimdi o birini hatırla ve özle lütfen! Bak yine yapıyorum, hissetmeni istediğim şeyi söyledim, söylesene hissediyor musun? Eğer bu soruma gerçek bir “evet” cevabı alabilseydim kendimi çok güçlü hissederdim. Eğer sen benim bu kadar güçlü olabildiğimi görseydin, sen de aynı yolu kullanarak güçlü olmayı arzu ederdin. Dur kaçırma gözlerini! Güçlü değil misin yoksa? Hiçbirimiz değiliz aslında. Lütfen şimdi bu cümleyi karala. Yo,,. hayır vazgeçtim. Şimdi senin tüm korkularını aldım sanırım. Demiştim sana, bu sadece bir kâğıt parçası ve sen korkmamalısın. Ama ben korkuyorum… Ah, bugün sana çok fazla kendimden bahsettim sanırım, inan ki özlemimden… 

     Az evvel sokakta bir kıza yardım ettim. Adres soruyordu, herhangi başka birine… Dayanamadım o başka birinin umarsızca bilmiyorumuna. Atıldım ve ben yardım etmek istiyorum dedim. Beni tanımayan biri beni sevsin diye yaptım. 

     İnsanlar… Onların benden uzak olanlarını gerçekten seviyorum. Şimdi sen sadece bunu bilerek beni sevebilir misin? Ya da düşün lütfen çok az tanımaya başladığın herkesi biraz sevip biraz nefret etmez misin? İşte ben buna dayanamıyorum. Nefret bana göre değil. İkili duygu yükleri bana göre değil. Terazi gibi kullanamam zihnimi, kalbimi… Şu kadarcık sevdim, bu kadar nefret ettim. Çocuk oyuncağı mı bu! Hadi geçelim artık beni… Bak seni tanımıyorum gerçekten korkmana gerek yok. Hayatıma girmiş birazcık seni sevmiş, birazcık da sevmemiş herhangi birine sorabilirsin bu mektubu. Ben yazmadım diyecek. Hatta şimdi beni bulup bana sorsan, ben bile sana bu mektubu ben yazmadım diyecek. O yüzden çabalamamalısın, sadece oku ve hisset. Sakın korkma bir kâğıt parçası sana hiçbir şey yapamaz, sen istemediğin sürece sana hiç kimse hiçbir şey yapamaz…


    Hoşça kal sahip, bu mektup burada son bulsun ve biz bir ara yaşayıp ölelim olmaz mı?