20091230

Kahveyi Anımsatan Islak Battaniye





“Üşüyorsun, şu battaniyeyi al üzerine” dedi aniden.

Dakikalardır hiçbir ses duymadığı birinden ilk aldığı tepki buydu. Yalnızdılar odada. Odanın ahşap tabanından nemli bir koku geliyordu. Islak ağaç kokusu. Şimdi dışarıdaki toprağın nasıl koktuğunu ikisi de hayal edebilirdi, ıslaklık o kadar yakındı. “Yürüyelim mi biraz sakıncası yoksa.” demek geldi içinden. Fakat sonra onun ıslak gözlerine bakarak vazgeçti. Kendi yüzünü merak ediyordu. Şimdi şu an bakışı bir başkasına nasıl görünüyordu ki? O da bu kadar kokusu olan bir göze mi sahipti acaba? Dudaklarını aralayacak gibi oldu. Belki de “Lavabo ne tarafta?” diye sormalıydı. Bildiği şeyleri sormak istiyordu şimdi, şu vakit. “Dışarıdaki toprak kokusunu bana anlatır mısın?” ya da “Şu an yüzün nasıl görünüyor bana anlat” demek istedi. Yine vazgeçti. Yüzünü battaniyeye çevirdi. “Üşüyor muyum?” diye geçirdi içinden. Yoksa bunu sadece o mu biliyordu…

“Gerçekten üşüyor muyum söylesene?”.

Bir an gözlerini kaçırdı cevap vermesine dayanamayacağını hissetti. Odadaki nemli tahta kokusu genzini yakıyordu. Bir anda ayağa kalktı adam. Kollarını birbirine kenetlenmiş kendi kendini saran ve kendisine bakmayan kadına doğru gitti. Onun yüzüne bile bakmak için kafasını kaldırmıyor oluşu ona tüm gücünü kaybettirdi. Devam etmek istemedi. Kanepedeki battaniyeye doğru yöneldi. Kahverengi ve kirli beyaz renkleri vardır. Canı bir kahve istedi. Şimdi battaniyeyi bırakıp bir kahve yapmaya gidebilirdi. Kadının sessiz olmak ister gibi çırpınan öksürüğünü duydu. Dizlerinin üzerinde kanepede oturan bu hüzünlü sese ıslak battaniyeyi uzattı. Isıtır mıydı? Isıtmalı mıydı?

“Dün gece onunla uyudum” dedi kadın.

“Ama bu ıslak” dedi adam battaniyeye bakarak şaşkınlıkla.

Dokunurken tiksiniyordu sanki. Bunu gören kadın

“Sana dün gece onunla uyudum diyorum” dedi.

Onun o tiksinerek dokunduğu ellerine bakarak. İşte şimdi battaniyeye bakarak saatlerce ağlayabilirdi. Adamın ellerine baktıktan sonra vazgeçti. Yüzünü başka yöne çevirerek elini alnına götürdü, sonra saçlarına. Saçlarının bozulmuş olacağından şüpheleniyordu. Düzeltmeye çalıştı. “Söylesene nasıl görünüyorum” demek istiyordu. Bunu söylemek istediği kişi orada yokmuş gibi davranmaya devam etmeye karar verdi sonra. Ellerine baktı bir anda. Onların da ıslaklık kokuyor olduğundan emindi. Koklamadı. Adam bu sırada battaniyeyi özensiz bir şekilde yere bıraktı.

“Sana ne vereyim ısınman için” dedi.

“Isınmak istemiyorum, ruhum üşüyor.” demek istedi kadın. Buna gülümseyeceği hatta sonra ona sarılacağından emindi. O yüzden söylemekten vazgeçti. Sarılmak istemiyordu. Gitmeliydi. Hemen şimdi yerinden kalkıp gitmeliydi. İnsan gücünü, evin anahtarlarını kapının girişine astığı gibi bir yere asabilse ve yine evden çıkarken de yanına alabilse diye düşündü. Kendi evimizin içinde hissettiğimiz en yalnız ve en savunmasız anlarımızın anlatımı da o kapının girişine astığımız güç parçalarımız olsa diye geçirdi içinden. Bunu hemen şimdi cümlelere döküp onunla paylaşmak istedi. Severdi onun bu tür kelime oyunlarını. Sonra vazgeçti, ona ait herhangi bir şeyi sevdiğini hatırlatmak istemiyordu şu an, çünkü dün gece ağlamaktan sırılsıklam ettiği battaniyeye tiksinerek dokunmuştu. Bunu hatırladıkça sinirleniyordu. Tırnaklarını ağzına götürdü. En sevdiği tırnağını kemirmeye başladı. Sorusuna cevap alamayan adam sessizliğe kızmaya başlamıştı. Neyse ki cama değen yağmur damlalarının sesi vardı. İkisi de o sesi duyuyordu sadece. Ortak nokta: ikisi de bu sesi çok seviyordu.

“Gökyüzü ağlıyor” dedi adam.

Buna bir cevap vermeyeceğini biliyordu. Gözü tekrar battaniyeye takıldı, canının kahve istediğini anımsadı.


“Kendime bir kahve yapacağım. “dedi.

Her gün aynı saatte kahve içerdi, şu an kendisiyle aynı evde ama kilometrelerce uzak kadınla birlikte. Bilirdi ondan gerçekten uzakta dahi olsa o saatte kahve içtiğini. Şimdi tepki vermiyordu. “Beni unutma.” demiyordu. Bir şeyler gerçekten ters gidiyordu. Kadın o sırada ayağa kalktı, terliğinin bir diğerini bulmak üzere etrafı kolaçan etti. Bulamıyordu. Adamsa hızla mutfağa gitmiş ve raftan iki tane fincan almak üzere elini uzattığında geri dönüşünün burukluğunu yaşıyordu. İki fincanı da rafa geri bıraktı, içeriye döndü. Terliğini bulamıyordu kadın. Israrla arıyordu. Adam büyük bir hışımla:

“Hissetmiş miydin?” dedi.

Kadın onca dakikadır koruduğu koşullu sessizliğini farkında olmadan bozdu ve bir anda “Neyi? “ dedi.

“Bu duruma geleceğimizi.” diye cevap verdi.

Kadın gözlerini kaçırmıştı yine. Daha da yaklaştı adam cevap bekliyor gibiydi. Ellerini kadının dağılmış olan saçlarını yüzünden sıyırarak özensizce geriye attı.

“Neden uyarmadın?” dedi.

Kadın hayıflanıyordu. “Rahat bırak, terliğimi bulamıyorum” dedi.

“Peki” dedi. Kadın şaşırmıştı, bu cevabı beklemiyordu. Israr etmesini istemişti… Cevap vermeyecekti kesinlikle ama keşke ısrar etseydi.

Daha önce kadının oturuyor olduğu kanepeye kıvrıldı adam. Battaniye hemen yanı başındaydı. Kadın onu terliğini ararken yerden alarak koymuştu oraya.  Islak değildi artık sanki. Sıkıca kavrayarak örttü üzerini. Kadın bir an duraksadı. Onun o battaniyeye bu kadar sıkı sarılıyor olmasına anlam veremedi. Tiksinirken dokunan eller kaybolmuştu. Tüm vücudunu örtüyordu. Dakikalarca izleyebilirdi bu sahneyi. Kirli ve kahverengi lekelere takıldı gözü ve sevdiğinin bir an önce uyumak isteyen halini izliyordu. Uyursa geçecek diyordu sevdiği  içinden, bundan emindi. Toprak kokusunu duydu, terliğinin birinin kanepenin altında olduğunu hayal etti, her yere bakmıştı, sadece orada olabilirdi artık. İçeriye gidip bir kahve hazırladı. Tekrar geldiğinde uyumuş olduğunu gördü. Battaniyeye dokundu kupkuruydu sanki. Ama kirliydi işte. Elindeki kahve dökülecek gibi oldu sonra tekrar tuttu, dökülmedi.

“Yahu yeniden ıslanmasıyla artık kimseyi ısıtamazdı eminim” dedi içinden ve kahvesinden koca bir yudum aldı, uyuyan gözleri seyrederken….

20091225

yedi




Yedi rakamını seviyorum. Kendini bile yiyebilecek denli açgözlü bir rakam çünkü.

Üç farklı kabusla bezenmiş gecemden uyandığımda ben de bir yedi rakamına ne kadar ihtiyaç duyduğumu anımsadım. Gece uyumadan evvel kendimi yiyebilmiş olsaydım bu kabusların hiçbirini görmeyecek, bende huzurla eş anlamlı bir izlenim bırakan uykumu bölmeyecektim. Soru işaretleriyle uyumayı sevmiyorum. Bu gerçekten seneler önce fark ettiğim bir şeydi...

-yahu hala mı fark ediyorum?

Hani bazen ne kadar iyi gelirse gelsin fark ettiklerimiz bizi hiç ama hiçbir yere götürmüyor. Yine yapmamalıydım özlü birkaç cümle kurmaya başlayınca tüm hayatımıza ahkamlarımız hiçe çıkıyor. Bazen de, bir cümle kuruyorum ve hayatım o cümleyi çoktan teyit etmiş oluyor. Hani bu gerçekten çok yaşamış olmakla mı alakalı bilmek istiyorum? Yoksa başka bir şey mi? Peki hala yenmemiş kabuslarım da aynı şeye dönüşecek mi?

Hayata en büyük ahkam onu cümlelere dökmek, ona en büyük tokat da bir cümleye asla sığmamak olsa gerek. Sonrasında gelen onu yeme eylemi de kurulan cümleleri zaten teyit ettirmiş olmaktır.

Çok YEDİm ben seni hayat, ama bir kabusumunda daha da sen YEDİn beni! Bana gerçek hayatta gel ki cümle kurabileyim sana diyorum! Hadi!

20091223

"Kendine Rağmen"



 


“Sonra yüzler de duygularımı ayaklandırmaz olunca, sonra ateşten gözlerin ateşi sönünce, bütün o arzulara yabancı kalınca, işte tam o renk… Şimdi bu renk… O renk bu duyguyu, bu arzuyu şu an’ı verecek dediğim renkler kayboldu.”*

Gökyüzü üstlerini örtmüyordu artık. Kendini karanlığa bürümüş bulutlar ağlamak üzere kapanmıştı ani bir hışımla.

Gökyüzünden ilham alan, gökyüzünün ışığını avuçlarına sığdıramadığı için hayıflanan onlarca insan şimdi karanlığı her gün biraz daha kendilerine yanaştırmak zorunda kalmıştı.
Avuçlarına doldurdukları tüm kara bulut ninnilerini üstlerine sürterek kurtulmaya çabalıyor ve bunu yaptıkça kendileri de kapkaranlık oluyordu. Bugüne dek anlamını bildikleri ama bir türlü istediğini ona veremedikleri gökyüzü, onların vakti zamanında avuçlarında tutamadıkları tüm ışıltıları emmişti içine. Tüm renkler tek bir siyah veriyordu artık onlara ve tüm renklerin onun içinde olduğunu tek bilen gökyüzüydü yine. Işıltıların içinde karanlık görebilenler bir nebze daha mutluydu sanki. İşte onlardan biri tüm karanlıklaşmaya yüz tutmuş insanların içinde gün geçtikçe parlamaya başlıyordu. Kimse fark etmiyordu tabii gökyüzü dışında. Kafasını göğe kaldırmıştı ve tüm içtenliğiyle içine çekiyordu karanlığı. Işıltıya hiç ihtiyacı olmadığı için seviyordu gökyüzünü… Karanlık gözlerine rağmen her şeye ama özellikle de “kendine rağmen” seviyordu gökyüzüne bakmayı. Onun dinlediği gökyüzü ninnisi başkaydı. Diğerleri anlamazdı.

Gökyüzünün insanların üstlerini örtmekten vazgeçtiği ve artık kendi üstünü örteceği duyuruldu cümle âleme. Gazeteler tam sayfa haber yapıyor ve bunun gerçekten büyük bir son olacağını düşündürüyorlardı. Gökyüzü için… İşte insanların tüm yanılgısı burada başlıyordu.

“Gökyüzü için mi, insanlık için mi?”

Derslerde gökyüzünün tanımı bir aydınlanıp bir kararan değil artık kapkaranlık olacak olan olarak yapılmaya başlanmıştı. Paris Pişmiş’in yıldızlarının bir adı anlamı kalmayacak, hepsine karanlık denecekti! Ne garip… Herkes bir noktadan sonra karanlıklar içinde aydınlık bulma telaşına sürüklenecekti. Aydınlık bir hayatken her şey ne yapıyorlarsa, karanlığa da alışıp aynı hayatı yaşayacaklardı. Vakti zamanında aydınlık ve renkli gökyüzüne itimat göstermeyen ve sürekli yetmediğini dile getiren insan müsveddeleri bu karanlığın içinde bir bir ölümlerini ilan edeceklerdi.  İnsanlar karanlığa mahkûm olmuşluklarıyla eski renkleri ellerinde bir fenerle arar olmuşlardı. Fenerler hep bir başkasının gözünü alıyor ve onları bir anda görünmez kılıyordu.

“Yapay ışıklar hep başkalarını kaybettiriyordu işte!”

Karanlık içinde bakmayı öğrenmeliydi bu insanlar. Gökyüzü tüm karanlığıyla bunu onlara öğretmeliydi artık. Öğretmek için karanlık hale getirmek ve onların bunu karanlık olmayı istemekle birleştirmesini istiyordu. Kendini de sırf bu yüzden karartmıştı zaten. Anlamaları gerekiyordu, insanların üstünü örtmek yerine neden kendi üstünü örtmeyi tercih ettiğini. Bunu anladıkları an aydınlanacaklardı.

“Şaka mı?”

 Buna alıştıkları an mutlu olacaklardı. Öyle sanıyorlardı. Artık bir noktadan sonra anlayanlarla anlamayanlar ayrışmaya başlamıştı. Birileri ilk kez hayatın bu kadar genel analizini yaptığı için kendini gerçekten önemli hissediyordu. Ve onlar bu konuda kendilerini gerçekten ama gerçekten önemli hissetmeye başlamıştı.

“Bir insanın kendini önemli hissetmesi ne zamandan beri kendini anlamak olmuştu ki?”

Aralarında öteden beri karanlık olanlar vardı. Onlar için gökyüzünün kararının bir önemi yoktu, çünkü onlar zaten hiçbir zaman aydınlığı hak etmeyen insan müsveddesi olduklarını kabul ediyorlardı. Hiç fark etmezdi gökyüzünün ya da diğer insanların ne halde olduğu. Anlayan herkes anladıklarını anlatma konusunda kendilerini müthiş yetenekli ve bu görev onlar için biçilmiş kaftan gibi görüyorlardı. Bunu anlamak büyük bir şeydi çünkü kendilerince, karanlık şehirlerin karanlık sokaklarında topladıkları karanlık yığınlara her şeyi ama her şeyi anlatmak üzerinden toplaşmalar hazırlıyorlardı. Yolda gördükleri herkesle konuşmaya çalışıyor ve onların da anlamasının herkesin kurtuluşu olacağına inanıyorlardı. Zaten karanlık olanlar bu insanlara hiç yaklaşmıyor onların konuşmalarının tek bir cümlesini dahi duymayacak kadar kendilerini dinliyorlardı.

“Peki kendileri ne anlatıyordu?”

Anladıklarını düşünenler anlatmaya devam ettikçe insanlar ölüyordu. Gökyüzü büyük bir mutlulukla izliyordu tüm olanları. Anlayanlar ne kadar az olurlarsa olsun, dünyanın sadece o kadar az insanla var olmayacağını anlamıyorlardı çünkü. Eline birer fener alan tüm anlamışlar, anlamayan tüm insanların yüzlerine o feneri tutup ölmelerine sebep oluyorlardı. Ne kadar çok yan yana olurlarsa o kadar iyiydi sanki. Tek kavrayamadıkları şey gerçekten mutlu olmanın ve tek tip, tek bakış insan olmanın imkânsız olmasıydı.

“Bir anlamı yoktu bunun!”

İnsanların sadece kendileri yetmeliydi ve kendilerindeki en karanlığın içinden aydınlıklar doğurmalıydılar. En karanlık halleri yalnızca insanın kendi içinden görülebilmeliydi. Aydınlığın avuca düşen parçalar olması ve onların avuçlarına sığmadığı için hayıflanması hali sıfırlanmalıydı.

Bunu anlamak zaman almayacaktı. Bunu anlamak bir anda da olmayacaktı. İnsanlar sadece ve sadece anladıklarını bileceklerdi. Kendilerini bileceklerdi. Karanlık olacaklardı sonra. Karanlıklara rağmen ve en önemlisi de “kendilerine rağmen” yaşayacaklardı. Rağmenler birleşmeliydi, karanlıklar insan olmalıydı. Gökyüzü kendi hükmünü kendi ışığını ve ışıksızlığını tüm insanlara rağmen sürdürüyordu çünkü. Kendisinden beklenen ya da beklenmeyenler savurduğu ışıltıları avuçlarına sığdıramadığı için hayıflanan ve onları kaybettiğinde kendini de kaybeden tüm insanlar görmeliydi gökyüzünün kendini örtmesiyle artık bir şeyleri. Aydınlık kendisine ihtiyaç duymayanlara görülecek, karanlık içinde tüm renklerin olduğu bir cümbüş olacaktı.

Ve karanlık insanlar… Onların kendileri dışında gördükleri bir şey yoktu.

“Kendini bilen kendine rağmen çok şey görebilme yetisi sahibidir.”

yazdı gökyüzü karanlık duvarına. Hatta ara ara yazıyordu ışıklı yazılarını… Işıklarla bezedi yazdıklarını ama görünen tek şey yine çok karanlıktı insanoğluna!


14 aralık'09
AKE
* Selim İleri

üç - on üç?



bu üç ya da on üçüncü gidişim
ilk kez geri dönüyorum - ben eskiden hep giderdim - 
yahu dönüyorum...
.

cebimden gitmediğim filmin biletleri çıksın işte şimdi
ben o bileti aldığım güne döneyim
iki kişi diyeyim
ve o filme gideyim
.

en sevdiğim şairin hiç okumadığım dizesini kazıyayım şimdi ağacın gövdesine
dizinin dibine düşsün sonra ağaç,
köklerine dokun
bağla kollarına sonra her birini
her birini bir de birbirine bağla...
(ah dur, zaten yapmıştın bu sonuncusunu!)
sen gittikçe kolların benle kalsın,  
şimdi!
şiirleri zaten sevmem bilirsin
kökler kalsın
sende kalsın


.
ben birlikte kahve içmediğim kimseyi anladığımı sanmadım
"en doğru masal anlamadan korktuğumuzdur."
doğrudur...
belki de her olacak olan önce korktuğumuzdur...
korkma ben varım!
hadi bir kahve içelim.

20091217

Acıyı çağırıyorum


Gel ve tüm damarlarımla seni hissetmemi sağla
Gel ve bana hükmet diyorum
Ben düşüncelerimin bu kadar(!) sahibiyken,
Sen gel ve sen beni tüket istiyorum

“Bu yeni başlayan ağrının ilk dakikaları mı daha acı son dakikaları mı?”
Diye sormuştum sana
Seni çağırmış
ve artık bu bedene hükmümü geçiremediğimi söylemiştim..

Düşüncelerim beni bir kepenk gibi sarıyor
Hedef on iki tahtası bir girdap bu benin içinde
En acılı yerime vuruyorlar
En hassas…

Olmak istemediğim insan oluyorum
Olmama doyamadıkları insan
Bana doyamıyorlar
Doyamayacaklar!

Ben ki tüm bu kepenklerin içinde seni çağırmadan ayrılmayacak olanım
Senle doğmak
Senle sürünmek
Senle ölmek isteyebilirim
O kadar acısın çünkü!

O kadar canımı yakıyorsun
ve beni kendine o kadar çekiyorsun
İnsan mutlu olduklarıyla hiçbir zaman hep mutlu olamadı
Hep de olmayacak!
Bu böyle…
Bunu aramıyorum, hayır
-Yine(!)
Hayır söyletmem!
Seninleyim ve sen o kadar büyüksün ki içimde
Seni istiyorum

İyi bir şey düşünmek
İyi bir şey yaşamayı hissetmek
Acının bu kadar büyüğünü bana “sürekli” gösteren sen,
Sen ki var olduğun müddetçe yaşamak ne mümkün
Sen olduğun müddetçe kendime inanmak ne mümkün

Sen yönetiyorsun beni
Düşüncelerimi
En ama en kötüsü de bedenimi

Sığdıramıyorum içime seni
Kusuyorum çoğu kez
Hatta “hep” kez!
İçim parçalanıyor sanki
Sana doğru yükseliyorum sonra
Acı müthiş!
Ağrılarım canımı yakıyor
Beni ağrıya sürükleyen her şey canımı yakıyor
İnanamıyorum sonra “her şeye”
İnanmak istemiyorum bundan böyle
Uzaklaşmak istiyorum ve sana yakın durmak
Sadece seni istemek

Ölümle de başa çıkabilmemin tek yolu onun hükmü altına girdiğim de sorgulamamaktı
Ona tapmak!
Tüm insanlığı nasıl ele geçirdiğine hayran kalmak!
Herkesin ondan korktuğunu bilmekle oluyordu her şey
Herkes ölüme karşı bir başka ürkekti
Hala da öyle..
Ölümü çağıramam şimdi
Ölüm hep bir karanlık gözümde
Daha o kadar büyümedim ki!

Acıysa aydınlanma olsa gerek?
Acı, bırak, ben ölüm istemiyorum
Ben seni istiyorum
Sen gel ve sen tüket istiyorum
Başka kimselere bırakma beni
Sen tüket, sen öldür dilediğin gibi
Başkası avuçlarıma sığar
Onları ezmekse bana sığmıyor!
Lanet ben…
Senin avuçlarında taht kurmak istiyorum
Sen ez, sen var et, sen öldür beni diyorum…
Başkalarını istemeyecek kadar beni arzula sonra!

Noktala insanlığı bir benin içinde!
Büyüksün, çok büyük...
Kabul ediyorum...
Seni istiyorum...




20091214

Rear Window (1954)

Yönetmen: Alfred Hitchcock
Oyuncular: James Stewart, Grace Kelly, Wendell Corey




Geçenlerde bir arkadaşa aynı ortamda aynı işi yapmak üzerinden uzunca müddet birlikte yer aldığımız kişilerin gerçek kimliğini yoğun çaba harcamadığımız müddetçe çok zor öğreneceğimizi söyledim. Çaba burada anahtar kelime olup, insan tanımanın en büyük çıkmazıdır aslında. Aynı iş ortamında veya üniversitede aynı bölümde olmak hatta aynı ailede (sülale olarak genişletilebilen tanımıyla) veya aynı apartmanda yer alan bireyler birbirlerini çoğu zaman tanımayıp sadece belli ve genel yargılarla hareket etmektedirler. Bu biraz da bizim onlara hangi yönümüzü göstermek istediğimizle ilgilidir.



Alfred Hitchcock’un Rear Window filmi de bir apartmanın arka cephesine bakan bir evde yaşayan Jeffries’nin, komşularını harcadığı çaba oranında tanımasını konu alır. Jeffries (James Stewart) bir fotoğrafçı olup bir iş kazası neticesi bacağı alçıya alınmıştır. Evinde hapis kalması, penceresinden tek görebildiği manzaranın ise karşı apartman insanları olması, onunsa tüm zamanını bu insanları izlemeye ayırmasıdır anlatılan. “Bayan yalnız kalp”, “balerin kadın”, “yeni evli çift”, “köpekli kadın” ve “eşi yatalak olan adam” gibi tüm komşularının da istinasız bu tanımlarla bildiği insanların tanımlarına yenilerini eklemektedir, tüm gün onları onlardan habersiz izleyerek.


Kişilerin kendi gösterdikleri dışında onlara ait birtakım bilgilerini sadece kaba tabiriyle “dikizleyerek” elde edebiliriz - ki bu bizim çoğu kez farkında olmadan yaptığımız ilgimizi çeken bir şeydir. Filmde de yeri geldiğinde dürbünüyle, yeri geldiğinde de fotoğraf makinesi objektifiyle izlediği komşuları Jeffries’i ve sevgilisi Lisa’yı oldukça düşündürmeye başlamıştır. Onların yaşayışlarına gördükleriyle birlikte farklı farklı yorumlar getirerek, o çok bilinen tanımlarını değiştirmeye başlamışlardır. Hitchcock filmi bu ya, her zaman gördükleri eşi yatalak olan adam artık eşini öldürmüş adam olup çıkmıştır bir anda. Farklı teoriler üretip yine izlemeye devam ederek bu teorilerini doğrulayan ya da yalanlayan ikili bizleri de olayı çözmek üzere filme dâhil etmeyi çok iyi başarmaktadırlar. Bu merak uyandıran sorgulama devam ederken, Jeffries’in diğer komşuları da hala izlemeye devam ediyor oluşu dikizlemenin bağımlılık vurgusuna gönderme yaparak, bir müddet sonra kameranın değmediği her bir evin penceresi biz izleyicilerin zihninde en çok merak ettiğimiz ev olmaya başlamasıyla devam eder. Jeffries komşularını çözümledikçe ve bilhassa da karısını öldürdüğünü düşündüğü adama dair yeni çözümlere ulaştıkça başka bir düğümle karşımıza çıkar ki bu da yine Hitchcock’un filmlerinin vazgeçilmezidir.
Bir müddet sonra Jeffries’in yüzünü çevirmediği her ev bizim merak ettiğimiz ev olmuş ve o pencereden görünen her insanı bizim hayatımıza da taşımayı başarmıştır Hitchcock. Zaman geçtikçe Jeffries tüm komşularının tanımlarını onları daha çok dikizleyerek olumlamaya ya da olumsuzlamaya başlar. Bu etki Jeffries’de görüldükçe, o tüm komşuların bildiği tanımlarda herhangi bir etkinin olmaması insanı pek çok sonuç çıkarmaya sürüklemektedir.



Film röntgencilik merakımızı gün yüzüne çıkarırken, insanları tanımak için onlarla daha fazla şey paylaşmak ya da onları daha çok izlemek gerekliliği vurgusunu da yapmaktadır. Bunun çoğu kez yanlış anlaşılan ya da yanlış sonuçlar için kullananlara da bilhassa göndermesi de mevcuttur.
Jeffries’in tüm komşuları için harcadığı çaba bu kez yanı başındaki sevgilisini tanıması için de bir vesile olur. Keza, Jeffries’nin filmin başında bize lanse edilen boş bir ün merakı olan, onu kendisine benzetmeye çalışan sevgilisinin aslında ilgisi ve işi değişmeden bir anda çok gurur duyduğu ve çok yakın bulduğu birine dönüşmesine de sebep olmuştur. Sevgilisiyle birlikte komşularını izlemeye başlaması ve olayları birlikte düğümleyip, kişileri birlikte çözmeye çalışmaları onları yakınlaştırmış ve birbirlerini daha iyi tanımaları sonucunu getirmiştir. Sevgilisinin aslında hiç değişmemiş olduğu onu değiştiren şeyin sadece birlikte daha fazla zaman harcamanın getirisi olduğu da yine filmin sonunda okuduğu Bazaar dergisinden anlamak mümkündür…

Birazcık çaba, birazcık emek ve yoğun bir izleme, önyargıların tüm insanlar üzerinden silinip atılmasına ya da teyit ettirilmesine imkân tanıyacağı aşikardır. Tek bir pencere önünden ve odanın içinden çekilen bu film polisiye-macera olması dışında pek çok mesajı olan, iyi bir Hitchcock filmidir, izlenmelidir..

20091211

Reddetmişlerin İlişkisi





“Sana dün söylediğim şeyle benim için gerçekten önemliydi. Bunları sana söyleyebileceğim bir yakınlığı hissettirmiş olman gerçekten çok güzel. Aradan seneler geçse de hala beni ben yapan bazı şeyler var içimde sır olarak ve biz birbirimize yakın oldukça bunlar da dökülecek elbet. Sıfırlanması imkânsız ama olsun, parça parça almak tama en sıkıntısız yaklaşmanın yoludur.” dedi kadın.

Adam ne yöne bakacağını şaşırmış halde, şimdi şu an başka bir şey olsa da bu konuşma kapansa diyordu içinden. Gülümsedi tüm sıcaklığıyla kadına. Ona dün kurmuş olduğu cümleleri hatırlamıyor olduğunu anlatmayan bir gülüştü. Bazen bu oluyordu. Gerçekten hatırlayamıyordu. Düne dair olumsuz hiçbir şey aklında yoktu aynı zamanda aklında kalmasına işaret edecek cümleler de birebir yoktu. Az evvel ona kurduğu cümleler içindeki parça ve tamlık ilişkisini onaylıyordu bir taraftan da. Bu gerçekten böyleydi ve kendi cümleleriymiş gibi bir anda benimsedi. İşte o benimseme de gülümsemeyi getirdi.

Hayatının sadece kendisini ilgilendirmediğini fark etti sonra. Dün kendisine kurulan cümlelerin bir kez daha “sadece” kendisini ilgilendirmemiş olduğu vurgusu yapılıyordu tam karşısında. Bazen sadece kendisine ait bir dünyayı ne kadar arzuladığını ve sanki her geçen günle yaklaşmışçasına kalbinin ne kadar heyecanla çarptığını hatırladı. Olmuyordu ki kendisine kurulan cümleler sadece onu ilgilendirmiyordu belli ki… Kadın ona o cümleleri kurarken kendisi için de önemli bir eylem gerçekleştirdiğine vurgu yapıyordu masumca…

Tekrar bulunduğu yere döndü. Eğer karşısındakinin ondan istediği cümleyi kuramayacaksa gülümseyip onu rahatlatmalıydı. Bilmediği cümlelere gülümseyemezdi. Aklını başka şeylerle meşgul edip sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Başka şeyler gülümsedikten sonra da aklından geçiyordu.

İletişim denen çelişkiler yumağını reddetmedikçe her şeye yeniden başlayacaktı belli ki. Kendisi dinlemiyordu ki sadece, birilerine de cümleleri kendisine kurması yönünden etki ediyordu işte. Yahu kısacası yaşıyordu işte! On yüz bin insan içinde!

Şimdi şu an konuyu değiştirse ve aklındakileri onunla paylaşsa… Biliyordu onu destekleyeceğini daha önce de konuşmuşlardı pek çok kez.

“Yalnız olmak güzeldir.” demişti kadın bir keresinde. Adam da “Kesinlikle.” demişti, “keşke bir ömür boyu yalnız olsak.” Onlar bunun üzerine onlarca cümle kurmuş ve bugüne gelmişlerdi. Yeni bir şey fark etmiş gibi ellerine baktı kadının. “Bu yüzük sana çok yakışıyor.” dedi. Gülümsediler. Kadın hemen atılarak, “Hayır, bize çok yakışıyor.” Dedi. Yine gülümseyip sustular.

Bu kez kadın parmağındaki yüzükle oynuyor olmasına rağmen gözü çok uzaklara dalmışçasına kayboldu oradan.

“Evlilik gerçekten korkunç bir şey olmalı.”
“Bence de evlenmiş olan kadınların sürekli kontrolü ele geçirmiş olma muamelelerini anlamıyorum”
“Kadınlar güçlüler evet. Onlar ezilmiş ve maalesef ki ezilmeye kendilerini mahkum eden “ataerkil” toplum getirisi olarak sürekli güçlü olmak üzerinden yaşıyorlar hayatı. Güçlü durabilmeyi çok iyi başarıyorlar. Biz bu kadar dayanamayız sanırım ezilmeye.”
“Evet, siz erkekler de hep gücü elinizin altında bulduğunuz için sonradan elde etmeyi yediremez ya da kaybetmeye dayanamazsınız.”
“Evet, işte tam da bu yüzden evlilik bir kadının bir erkekte ön plana çıktığı noktaya işaret eder. Onu hayatına kabul etmek gücü sonradan elde ettiği için kullanmayı bilmeyen ve bunun farkında olmayan bir kadın için çok zor olur ki genelin böyle olduğu düşünülürse tüm evlilikler zordur.”

“Her kadın bunun farkında olamaz. İki kişilik bir yalnızlıktır evlilik. Öyle olmalıdır yani. Biri diğerinden daha önde olmaya çalıştığı anda ya da geride kaldığında tüm düzen alt üst olur.”

“Mesela şimdi sana senden daha sıkı sarılacağım ve sen bunu eşitleyeceksin öyle mi?”

“Hayır hiç de dokunmayacağım bunu izin veriyorum. Sıkıca sarılı olmak istiyorum.” demişti ağız dolusu gülümseyerek.

Kadının aklından geçen seneler önce kurulmuş tüm bu cümlelerin akışıyla parmağındaki yüzüğün yarıya kadar çıkarıp geri takması aynı hızda oluyordu. Gülümsüyordu ama aklı bu noktadan sonra gerçekten doğru bir gülümseme olup olmadığını sorguluyordu. O zaman kurulan o cümleler çok güzeldi, peki ya şimdi?

Adamın aklı da dün kadının ona ne söylediğiyle meşguldü. Oradaydı ama sanki o da gitmişti. Kadın adamın da farklı şeyler düşünüyor olduğunu kendisi gibi davranmaya başlamasıyla anladı ve “bak aslında ne kadar eşitiz ve yan yana bile yalnız olabiliyoruz” dedi gülümseyerek ve ekledi telaşla “Bize çok yakışıyor dememe kızmadın değil mi?” dedi, kokuyla…

Adam da büyük bir cesaret almışçasına heyecanla “Dün ne söylediğini hatırlamıyorum ama çok eksik hissettim, lütfen tekrar eder misin benim için?” dedi.

İkisi de üstlerinden büyük bir yük kalkmışçasına hafiflemişlerdi bir anda. Sanki aynı kararı almış gibi masadan kalkıp yan yana gelerek sıkıca sarıldılar. Zaman en hızlı ve en güzel o sarılı anda geçiyordu maalesef…



foto: tık

20091204

"Ben bu adamı sevmiyorum!"; ya da "Zeki Demirkubuz sevmiyorum!"





Zeki Demirkubuz filmlerini çok yavan bulduğumu daha evvel de söylemiştim. Bu yavanlık yapabileceği / kullanabileceği pek çok olanak varken bunu kullanmayan Demirkubuz’dan kaynaklıdır. Olaylara “sade” bakacağım diyerekten yaptığı filmlerle, 1997’de çekilmişiyle 2005’te çekilmişini ayıramadığımız bir seyirlik çıkması çok gariptir.

Zeki Demirkubuz’un hangi filmini izlesem biri asla diğerinin önüne geçemiyor aynı safta yer alıyor. Ne bir gelişme ne de aktarımda farklılık gözlemliyorum. Bu kadar aynı filmler artık bir müddet sonra bende olayın sonunu tahmin etme, bir sonraki sahneyi nasıl çekeceğini dahi bilme durumlarını getiriyor. Bu pek çok kişiye göre iyi birdir belki ama bana göre değildir. Yönetmenlerin tüm filmlerinde kullandıkları bazı klişeler vardır. Bu bazen renk (David Lynch, Almodovar), Bazen aynı oyuncuyla film çekme durumu (Bergman, Tim Burton), Bazen de olayları aynı şekilde birbirine bağlama durumu ( İnnaritu), bazense oyuncu kadınlarının ön plana çıkması (Fellini) olabilir. Bu çok doğaldır. Bu yönetmenlerin her filminde tüm bunları arar aramasak da fark ederiz aynı olduğunu. Ama Zeki Demirkubuz’un filmlerinde oynayan erkeklerin hepsi aynı donuklukta bakıyor, aynı sinirleniyor; kadınları aynı şekilde ağlıyor ve küfrediyorsa bir arıza vardır. Şimdi sorarım size İtiraf, masumiyet, Yazgı, Kader dendiğinde olay ve oyuncuları bir anda canlanıyor mu zihninizde? Ben her defasında o hangisiydi diye açıp tekrar bakıyorum ve hatırlıyorum. Bunu demeye çalışmışımdır. Saygılar. 



20091203

Choke / Tıkanma filminin romanıyla kıyaslaması





Ben ısrarla söylüyorum romandan film yapmak çok iddialı bir iştir diye. Üstelik Chuck Palahniuk'un romanı Dövüş Kulübü gibi büyük bir işin hakkını vermiş adamlar varken ortada (bknz. David Fincher), bu hüsranı neden yaşatıyorsunuz izleyiciye..

Çok çok daha iyi bir oyuncu seçilerek ve daha karanlık bir atmosferle bu işin üstesinden gelinebilirdi. Ben kitabı okurken daha çok tiksinmiş ve merak etmiştim. Oyunculardan anne dışında hçbir karakter kitaptaki gibi karikatürize ve psikopat tipini yakalayamamış anneyi de ortada iğreti bırakmıştır. Geçişler oldukça başarısız olup, kitabı okurken merak ettiğim her şey filmle saçma sapan bir durağanlığa bürünmüştür.

Kitabın bir dönem Türkiye'de bile yasaklanmış bir yayın olmasını akılda tutarak izleyince, filmde yasaklanacak bir şey bulamadığımı da itiraf etmeliyim. Romana göre oldukça yetersiz cinsellik anlatımı mevcuttu.

İzleyecekseniz vazgeçip, kitabını okumanızı öneririm. Filme hiç el sürmeyin bence.

20091201

TONY GATLIF ve Latcho Drom





Bazen sadece yönetmeni bilip, film hakkında hiçbir şey okumadan oturuyorum filmin başına. Latcho Drom da öyle bir macera. Tony Gatlif filmlerinin ayrı bir yeri vardır benim hayatımda. En sevdiğim yönetmen demem elbet ama belli dönemlerde gerçekten canım Tony Gatlif çeker. Bunu müzikleriyle kapattığım çok olur, bazen de başka bir filmini ya da daha evvel izlediğim filminin başında bulurum kendimi.

Latcho Drom'ı izlememiştim. Daha evvel indirdiğim müziklerine aşinaydım. O gün kendimi bu filmin başında çingene kadın ve adam görmek istiyorum ve onların birbirlerini müzik eşliğinde sevmelerini / sevişmelerini izlemek istiyorum diyerek ve evet Tony gatlif filmlerini bu kadar indirgeyerek oturmuştum. Absürd bir istek değil sanırım. Söz konusu Tony Gatlif olunca çok doğal bir istek. İlişkiler müziğe, müzikler doğaya, doğa insana ve dans insanın gerçeğine hükmetmektedir onun filmlerinde. Kimi zaman trans halinde(EXILS), kimi zamansa oyuncular ile birlikte hareket halinde(GADJO DILO), kimi zamanda ağlarken(TRANSLYVANIA) bulursunuz kendinizi...

Latcho Drom'dan da öyle bir performans bekliyordum ki bana daha evvel Tony Gatlif ile bu yaşadıklarımdan farklı bir şeyi yaşatacaktı. Her filmde ayrı bir duygu ve yanında müzik ne de olsa.. Olmadı... Belgeselmiş kendisi. Çingene belgeseli. Bakmadım ben, bilemedim ben.. Müzikler yine muhteşem, bir İstanbul'da, bir Mısır'da, Fransa'da, İspanya'da ve daha birçok ülkede; sokakta, meydanda, çadırda, yolculukta, işportada çingenelerden görüntüler yer almakta... Tony Gatlif doyumuna erişemedim bunda, bulacağım elbet başka bir tane daha..

Cinsiyetsiz İlişki

yazıyı okumadan önceki kitap önerimdir.







Ahşap bir masada iki kişi, birbirinin aynı rahatsız edici ahşap sandalyelerde biri çok rahat biri de çok rahatsız şekilde oturmaktadır. Eş zamanda masalarına gelen çaylarını yudumlarken birinin çayı diğerininkinden önce tükenmektedir. Konuşmanın tam ortasından başlarlar. Bulundukları yere gelene kadar içlerinden kurdukları onlarca cümle vardır, geldikleri andaki birbirlerine çok az bakarak bütünledikleri. O cümlelerin devamını getirmektedirler sanki.

- Ne biliyorsun?
- Senin birine ne kadar az bağlanabileceğini?
- Hakkımdaki doğrun bu mu?
- Doğru olması gerekmiyor. Bildiğim şeyi sordun.
- Yanlışlayabilirim öyleyse.
- Kısa vadede bunu yapmadığın için bu böyle.
- Uzun vadede bir şeyler değişebilir yani. Madem değişebilir neden kısa vadede kararlar alıyorsun.
- Ne istiyorsun?
- Sana değer verdiğimi göstermek.
- Bunu neden şimdi yapmak istiyorsun.
- Çünkü senin beni önemsediğini şimdi anladım.
- Ben onu hiç anlamadım.
- Bunu hissetmediğini anlayamamışım.
- Daha önce de konuşmuştuk. Değişmiyor.
- Haklısın.
- Haklıyım? Bu kadar mı?
- Onayım seni mutlu etmeli ve yumuşamalısın hemen şimdi.
- Bana bu şekilde yaklaştığın müddetçe bu olmayacak.
- Ne şekilde?
- Cümlelerini benim ruh halime göre kurduğun, ruh halime göre rengini değiştirdiğin müddetçe.
- Ne olmasını istiyorsun peki?
- Benden bağımsız bir sen istiyorum karşımda. Ayakları yere basan bir duruş ve içinde bir “ben” görmek.
- Var.
- Hayır, yok. Ben sessizleşince sen uzaktasın. Ben konuştukça yaklaşıyorsun.
- Bu iyi bir şey değil mi?
- Senin için iyi ve yorucu olmayan bir şey.
- Değişecektir.
- Neden şimdi değil?
- Bildiğin şeylerle şimdi tekrar al beni yanına, sonra bekle. Değiştireceğim.
- Ben bekleyince / susunca sen hep değiştin zaten... Konuşmuştuk bunları. Bildiğim şeyler almama izin vermiyor.
- Ben izin istemiyorum.
- Yine yönetiyorsun!
- Ne yaptım yine!
- İkimizin arasındaki tüm duyguların dozunu sen yönetiyorsun. Bir şeyler kötüye gitmeden evvel değil kötüye gidince düzeltmeye çalışıyorsun. Şimdi ben gidiyorum sen bana doğru geliyorsun. İkimizin aynı anda bu kadar dengeli olmayacağı halini arıyorum ben.
- Denge iyidir.
- Denge monotonluktur.
- Uzun süreli bir şey düşünüyorsan monotonluk iyidir.
- Uzun süreli ama monoton olmayan bir şey istiyorum
- Her gün yeni baştan biter ilişki öyle.
- Her gün yeni baştan başlar ilişki öyle.

Sessizlik çökmüştür ikisine de. Biri önündeki çay bardağına, diğeri ise pencereden dışarıya bakmaktadır. Bitmek üzere olan çayını yudumlamak üzereyken pencereden bakan kişi bakışlarını ona çevirir.

- Çayına şeker atmadın yine.
- Ben şekersiz seviyorum… der.

20091130

Fanzinler Güzeldir, Fanzinciler Değildir Manifestosu

Manifesto 28 Kasım 2009 tarihinde yazılmıştır. Manifestoda geçen güzel olmayan fanzinci tanımı, tamamen fanzinci kimliğiyle bakıldığındaki tanımdır. Yoksa bunun dışında her insan biraz güzel, biraz da çirkindir.







Fanzinler Güzeldir, Fanzinciler Değildir Manifestosu

1-     İnsan bazlı iletişim olanaklarını hayatlarımızın pek çok aşamasında kullanan biz fanzinciler, kendi sesimizi duyurmanın yolunu insanı sıfırlayan ama bir o kadar da insanı anlatan fanzinler ile bulmuşuzdur.

2-   Fanzinciler, yazmayı yaşamaya tercih edip, yazdıklarından daha fazlası olmayan kişilerdir. Yaşadıklarını da yazarak zaten tercih yönlerini kesin çizgilerle belirlemişlerdir.

3-     Bugün dergi - gazete gibi basılı yayın kaynaklarında tekelleşme söz konusuyken, fanzinlerde bu mümkün değildir. Kapsayıcı özellikteki yayınlar, birden fazla konu başlığında verdiği içerikle bu tekelleşmeyi ve at gözlülük modunu çok güzel aşmışlardır. Bu yüzden fanzinler güzeldir.

4-     Yazmak, bir düşünce akışını somut hale dökmek, yazardan sıyrılan bir ürün ortaya koymak her tür yazılı kültürde olduğu gibi fanzinler için de söz konusudur. Yazar yazdıklarından yer altı edebiyatına uygun tabirle kusarcasına sıyrılmış ve fanzinler oluşmuştur. Fanzinler bu yüzden en görülesi, en okunası şeylerdir. İçerisinde kendinizden çok fazla şey bulabilir, okurken o kusmuk sonrası ağız ekşiliğini hissedebilirsiniz. Ama sorun şu ki, kimse kusan bir insanı seyretmeye ya da görmeye katlanamaz. Kustuktan sonra fanzinciye yazdıklarını okuyarak yakın olabilirsiniz, ama o kusarken bakmak istemezsiniz. Sizin mide akışınızı sadece siz kendi ağzınıza kadar getirmeyi sevmektesinizdir çünkü, başkaları bu noktada çekilmezdir. Dolayısıyla bir fanzincinin başka bir fanzincinin yanında fanzinci sıfatıyla bulunmasına gerek yoktur.

5-     İnsanlar istediğinde antinci – kuntinci - fanzinci demeden her insanla ortak nokta yakalayıp iletişim kurma olanağına sahiptirler. Bunu zaten yapmış ve yapma potansiyelini hala içinde bir yerlerde saklaşmış olan fanzinciler bir toplaşma / buluşma vs beklemezler. Olabildiğince fazla fanzinciye ulaşıp onları tanıma savaşına girerler. Daha yakın olmasını istediklerini de seçerler. Bu bir süreç işidir. Fanzinci olduğu dolayısıyla bir kişiyi kabul etmekten daha çok, ortak noktalarının insan olarak kesişmesine olanak tanımalarıyla ilgilidir. Daha kalabalık bir buluşma beklemeyen bu kişiler, beklemeleri yönünde dürtüsel hareket ilan edilmişse de içinde olmayı seçerler. Ama öz insan özüdür, fanzincinin sözü de fanzininde yazmadığı müddetçe sıradan insandan farklı değildir. Tabii ki de bu dürtüyü oluşturanlar orada olmayacaktır.

6-      Fanzinlerin güzelliğini yıllardır konuşuyoruz, yıllarca da konuşacağız. Bundan önce çıkmışı da çıkacak olanını da tanımasak da bizdendirler, ama bir araya gelmek gibi bir amaç sadece fanzincilerse, orada durmak gereklidir. Fanzinler güzeldir çıkarımını yapmak için fanzincilere ihtiyacımız yoktur. Fanzinler güzeldir çıkarımını yapacaksak bir araya gelerek ve kimse insan olarak kendine fanzini dışından bakamayacak ve – ki zaten kimseyi kusarken görmek istememe yapımızdan bahsettim-, baktırmayacaksa neden çirkin insan hallerimizi bu fanzin buluşmasının içerisine almaktayız. Çirkin olmak sadece yazmaya yaramaktadır, iletişim söz konusu olduğunda kusan insan tadından başka bir anlamı yoktur..

7-     Fanzin toplaşmalarında bundan önce ya da sonra bulunmuş kimseler kendilerini bir kenara koyarak fanzinleriyle gelmişlerdir. Bundan sonra da ancak bu buluşmalar bu şekilde olacaktır. Fanzinciler kendilerini fanzinlerinde (yazarak), diğerlerini ise ancak hayatın içinde anlayabilirler. Kendini anlatmak ya da anlamak için buluşmalara gelenler / gelmeye çalışanlar kusmuklu ağızlarıyla geri dönmelidirler.

8-     Fanzinlerin buluşmasının tek şekli bir başka fanzini alıp okumak ve onu kendi fanziniyle aynı rafa koymak ya da diğerlerini kendine rağmen tanımak isteğiyle olacaktır. Dolayısıyla son sözüm fanzinler güzeldir ve fanzinciler değildir olacaktır.


Düşünkara Fanzin
                                                                                                                                Beytepe Kaplumbağası

20091129

Hayat (K)analizasyonu




-Çok mutsuz bir yüz ifadesiyle Penguen dergisi okumak

-Çok da ağlamak istediğin bir anda güzel yüzlü bir bebek gördüğün anda onu güzelliğine ağlamayı istemek ama yine ağlayamamak, ağlamak için kötü bir şey akla getirme zorunluluğuna küfretmek

-Yürürken yolun bitmesini hiç istememek

-Her zaman bindiğin seni evine götürecek otobüse bugün binmeyi istememek

-Her giydiğinde kendini güzel hissettiğin kıyafetlerini bugün giydiğinde nefret etmek

-50 kelimelik paragrafı silip son cümleyi orada bırakmak

-Senin her zaman çok iyi anladığını bildiğin dostunun tek bir "of"unda kendini bulmak

-Hep aynı şeyi ifade eden cümleleri ardarda sıralarken hep birini unuttuğunu hissetmek

-Hayatında tam olan tek bir şey olmadığı için tüm yarımlara tehdit savurmak

-Taksiden indiğin anda ayağının yağmur göletine batması ve hiçbir şey yapamaman

-Salya sümük ağlayan çocuk ve o ağladıkça bağıran anneyle aynı otobüste karşı karşıya oturmak

-Hiç ama hiç tanımadığın birine kendinden bahsederken yorulmak, söylediğin her cümlenin ne kadar gerekli olduğunu sorgulamak ve hepsini ama hepsini gereksiz bulmak, aynı anda onun anlattıklarını da aynı gereksizlik kotasında eritmek

-Sen bir şey anlatırken seni henüz anlamadığını hissettiğin birine hiç ama hiç müdahale etmeyi istememek

-Misafirlikte salonun tam ortasında arada bir yere düşen yürümeyi yeni öğrenmiş bebeği herkes gülümseyerek izlerken senin onu kendine benzetmen

-Hep yürüdüğün kaldırımda bundan daha bir ay önce hangi amaçla yürüdüğünü hatırlamak isteyip hiçbir iz bulamamak, bundan tam 1 ay sonra yürüyeceğin amacı hatırlamayı ne kadar isteyeceğini bilememek

-Sabahleyin uyanır uyanmaz dilini dudaklarının üstünde gezdirdikten sonraki tad ile şu an bunu okurken dilini dudaklarında gezdirdikten sonraki tad arasındaki fark

-Hiç ayak izi olmayacağını umduğun kar birikintisinde kocaman bir ayak izi görmek ve o izi gerçekten kocaman hissetmek

-Çok acıktığında sadece doymayı istemek ve seni sadece doyuracak tadı olmayan bir şey bulamamak

-Günün sonunda eve geldiğinde elini yıkamadan evvel koklamak ve elini sıktığın hangi insanın kokusunu hissettiğini bilememek

-Evin merdivenlerini çıkarken eve girip "naber?" diyeceğin annene dünkünden farklı bir "naber?" dememek için dünkünün nasıl olduğunu düşünerek çıkmak

-Saatlerce sohbet etmiş olduğun birine sonraki sohbetinde söyleyeceğin hiçbir şey bulamamak


-Aynı satırı dönüp dönüp tekrar okumak, bir kez daha tekrar dönüp okuduğunda acaba neden tekrar dönüyor olduğunu keşfetmek için tekrar dönmek, bunu sürekli yapmak

-Sana dünyanın en samimi iltifatını yapan birine sadece gülümsemek ve kendi yüzüne tükürmeyi istemek

10 Kasım 2009

20091126

Hepsi, hepsi hayat nasıl olsa




Elinde bir kurşun kalem saman kâğıda şu cümleler karalanıyor.

“Hayatımda bir tane tam olsa yarım olanların hiçbiri yarım kalmayacak…”

Şimdi yazdığı cümleleri her yazışından sonra sildiğini ve sadece bir kelimeyi bıraktığını hayal edin. Hiçbir iz kalmayacak şekilde.

“Hayatıma ne kadar sahibim?”

Siliyor, hayatım kelimesi kalıyor sadece.

“Hayatımdaki eksikler sadece yarım olanlar mı?”

Yarım sözcüğüne odaklan ve diğerlerini….

“Yarım olanın cümleler olmadığını biliyorum. Cümlelerimin hepsi ortaya kendini tam olarak koyuyor. Yarım kalmışlıkların tam ortasında intihar ediyor. Kendisini tamamlayacak bir hayatı arkasında bulamıyor.”

“Hayat, aslında hepimizin içerisinde bir kez daha ölümünü ilan ediyor. Ona tutunmaya çalışan o kadar insan var ki! Neden kimse ölümü seçemiyor.”

“Ölüm ödülü müdür yaşamayı beceremeyişimizin?”

“Bizim isteğimiz bir şeyleri en üst beceri noktasında hayata geçirmiş olmak. Ne büyük istek. Zaman problemi yaşıyoruz her zamanki gibi.”

“Yetmiyor. Kalem, kağıt, bu düşünce, bu hayat.. Anlattıkça derinleşiyor boşluklar.”

“Hep bıraktığımız yerde kendimizi bulamadığımız boşluklar.”

“Kimse boşlukları takmasın kafasına onlar da aslında tüm bu silinen cümleler gibi yoklar…”

“Cümleleri kurmuş olmak mı, yoksa okumuş olmak mı daha çok parçalayıcı.”

“Parça parça edip dağıtıyorum kendimi tüm o boşluklara. Hangisine elinizi uzatsanız ben varım aslında.”


 “ Hayal et, uzatılan her el benim bir yarımıma dokunuyor. Dökülen her sözcük benim yaralarımı acıtıyor.”

“Yarımım aslında. Hayatımda bir tane tam olsa yarım olanların hiçbiri yarım kalmayacak. Peki ya yoksa…”

20091120

Öyküsüz İlişki





Yarım kalmış öykülerimizin üzerinden geçiyorduk sürekli. Bazen bir saatimiz, bazen bir dakikamız öyküye dönüşüyordu. Anlatıyorduk geçmiş öykülerimizi, anımsamak istiyorduk. Üzerinden geçiyor her anlatışımızda bir cümle daha ekliyorduk.

Yere diz çökmüştü, ona öykümü anlatıyordum. Anlatıyordum hiçbir anını atlamadan. Her cümlemi ona kuruyordum. Çok heyecanlıydı her zamanki gibi. Kuracağım her cümleyi bir çırpıda tüm zihninde eritecekti. Kendi öyküsüymüş gibi benimseyecekti. O kadar aşinaydı hayatıma. Onun beni dinlediğini gördükçe, çok çok büyük cümleler kuruyordum. Çok büyük cümleler dudaklarımdan döküldüğü anda onun oluyordu. Sözcüklerim de o çok sevdiği yağmur damlaları gibi saçlarını ıslatıyordu. Dokunmak istiyordu hepsine, hepsini hissettiğini bana göstermek. O bunun için çabaladıkça ben taçlandırılmışcasına mutlu oluyordum.

O gözlerime bakmayı bıraktı ve o an bitti öykü, susuyordum. Uzaklaştığını hissediyordum sanki dinlemediğini. Kızıyordum kendime neden bu kadar bu büyüye kapıldım diye. Zaman duruyordu. Öykü bitiyordu. Sırtını dönüyordu sanki. Gözlerim onu izliyordu. Başka başka yerlerde görüyordum onu. İzliyordum ve sonra bakmıyordum. Başka başka yerlere gidiyordum. Ona benzetecek, bana onun gibi bakacak birini arıyor, ona kurduğum cümleleri kuramadığım başkalarından tekrar tekrar ona dönüyordum. Dönmek bir anlamda yüzümü ona çevirmekti. Lanet olsun her yüzümü çevirdiğimde de bana bakardı! Yine diz çöküp anlattırırdı. Aynı anda dönüyorduk birbirimize. Öykü devam ediyordu o zaman işte.

Sonra anladım ki anlatmak için yaşamamız gerekiyordu. Başka başka hayatlar yaşayıp birbirimize anlatmak. Biz bir aradayken yaşamıyorduk ki, anlatıyorduk. Sadece yaşanmışları anlattığın birinin her zaman yanında olması düşünülemezdi. Onunla zaman duruyordu yaşam söz konusu olunca. Anlatmak zamanı geldiğinde göz göze geliyorduk. Yarım kalmış öykülerimizi anlatıyorduk. Bizim hayatlarımızın öyküsü hiç bitmeyecekti. Birbirini bu kadar iyi tanıyan iki kişinin hayatı ise hiçbir zaman öyküye dönüşmeyecekti…

fotoğraf: Dark_Reflection_by_larafairie

20091108

ben -ki yine aynı olmayan- ben


İnsanların hep geceyle sorunları oluyordu. Bu gece de diğerlerinden farksızdı. Gece insanı bazen cidden boğuyordu. Bu gece sessizliğin verdiği huzursuzluk daha belirgindi. Yine aynı odam, ve ben -ki yine aynı olmayan- ben. Onun gözlerinin içine baktıkça kapalı oluşu içimi acıtıyordu. Yine uyumuş, yine beni görmüyordu. Gözlerinin açık olmasını ben de istemezdim açıkçası o an. Gözümden süzülen acıları görmesini hiç istemedim. O gece açmayacaktı, belliydi. Çok derin bir uykudaydı yine.  Ama gece ondan daha derin, daha karanlıktı.

Yüzünün çizgilerini okuyordum. Bana herhangi bir sözcük çağrıştırmıyordu yine. Oysaki ne çok isterdim ismimin baş harfini alnının çizgilerinden çıkarabilmeyi. Hayır, kadere inanmam. Boş uğraşlar bunlar. Kendime de inanmam, gördüklerime… Görmek istediklerime inanırım sadece. 

Ondan, o konuşmamaksızın bana dair bir iz bulabilmek… Bu bir filmden karelere herhangi başka bir yerde gözünüz takıldığında o filmi izlemeyi istemek gibi. Onda benden bağımsız bir halde uyuyorken benden bir iz görüp onunla yaşamayı istiyordum. Hani daha önce tanışmadığın onun arkadaşının tanıştığınızda seni tanıdığını öğrendiğinde hissettiğin his gibi.

O yanımdayken o uyurken bulmak istiyordum kendimi. O bakışlarını bana yöneltmeden tek bir sözcük kurmadan anlamak istiyorum beni sevdiğini. Bilmiyorum. Bunun ne olduğunu bilmek istemiyorum.

Mesela yine ellerini yastığın altına saklamıştır. Saklıyor tırnaklarını. Ayak parmaklarına da bakmama dayanamaz hiç. Çok masum. Baktığımı gördüğü anda bir kıpırtı olur. Ellerini avuçlarımın içine alıp seyretmek istediğimde hep aynı şey olur. Gözlerini gözlerime kilitler. Hangi parmağına değmişse gözüm, o kendini bir kez daha geri çeker. İstemsiz bir hareket…

Gözleri gözlerimdeyken de olur.  Yüzünü seyrederim bazen o başkalarıyla konuşurken. Konuşmayı karşısındaki alıp ona bir şeyler anlattığında dahi ayırmam yüzümü ondan. Günden güne ne kadar uzarsa uzasın saçlarının nerede bittiğini bilirim. Benim onu izlediğimi fark edip sakallarını kaşımak için elini yüzüne götürür. Ellerine baktığımdaki kadar çekingen değildir parmakları. Kendilerine çok güvenirler bir anda. Ben de onu izlerken kendime çok güveniyorum. Şimdi hangi parmağını oynatmasını istiyorsam ona bakacağım diyorum ve bir anda gerçekleşiyor. Kukla gibi.. Hissetmekle alakalı ama her şey. Seviyorum böyle olmasını. Keşke o da beni böyle oynatacak cesareti bulabilse. İçinde korkular, soru işaretleri olmadan bakabilse yüzüme. Beni tanısa.

Uyuyor şimdi bebek gibi. Ve ben ona hiçbir şey yaptıramıyorum. Görmek istiyorum kendimi onda. Göremiyorum. Çok güçsüz hissediyorum. Birazdan ben de uykuya dalarım. İkimizde öldürürüz içimizdeki birbirimizi. Sabah olur uyandırırız yine. Gün çok kısa, gece çok uzun ve gece yine boğuyor beni. Keşke hiç uyumasak.

20091105

Kuyudan kendini...



Kendisine aşık biri, bu cümlelerinden anlaşılıyor. Bir kadını anlatırken aslında kendi sevme / tapma / hayal etme / değer verme yetisini ön plana çıkarıyor. Tüm erkeklerden nefret ederken kadınların karşısında tek olmak istiyor. Erkekleri hep bir sinirlilikle anımsıyor, kuyuya itiyor. Kendisini de itiyor bazen o kuyuya, ama çıkış yolunu kesinlikle çok çok iyi biliyor.

İnsan kendi kuyusunda hiç boğulmadı zaten. Boğulacağını zannedenler hep yanıldı. Bugünün yanılmışları başkalarının kuyularında boğulmayı daha iyi başarabildi. O kuyu aileydi, o kuyu en sevdiğiydi, başkasıydı. Kendi kuyusu yeterince derin olmayan herkes bir başkasınınkine çöreklendi. O başkası kendini mükemmel hissetti. Birileri onun tuzağına düşebiliyordu hala....

Ekim 11, 2009

20091028

Yakışmıyor




İnsan içine çıkıp tüm gün gülümsemek zorundasın. Bu kendinle kaldığın son birkaç gece. Aynanın karşısına geç ve deneme yapmaya başla. Profilden mi daha yakışıklı görünüyorsun önce bunu kontrol et. Daha evvel hiç bakmamış gibi. En son insan içine çıktığından aylar geçmiş, yaşlanmış olabilirsin. Dişlerini göstermelisin. Hayır olmuyor. Şu kaşlarındaki sinir uzuvlarını onarmalısın. Şimdi olduğun insan olmamalısın. Senin için gelecek onlarca insan var. Onların karşısında gayet eli açık takılmalısın. Gülümsemek. İşte bu, anahtar kelime. Kelimelerin ne kadar ruh halini ele verecek olsa da gösterilen her diş o kelimelere birer maske takacaktır. Dişlerini temizlemeyi unutma. Şimdi. İçinden tüküreceğin yüzlere bir bir göstereceksin onları. Yeni insanlar olacak hepsi. Hiçbirini tanımak istemeyeceksin. Ama onlar seni tanımak için yanıp tutuşuyorlar. Gözlerinin içine bakan onlarca insan. Belki elini sıkmak isteyecek biri. Sana dokunmak. O an el sıkmayı bile nasıl başaracağını merak ediyorsun. Sağ eldi değil mi? İnsanlarla konuşmak. Hiç tanımadıklarınla. Paylaşmak bir şeyler. Onları etkileyecek birkaç cümle kurmak zorundasın. Onlar senin ilk kurduğun cümleden etkilenmiş bir şekilde seni izlerken saçmalama hakkı doğar sana. Etkilendikleri cümleyi iyi seç. Etki süresini izle. Tekrar kullanacaksın çünkü. İnsanları kullanacaksın. Sonra ufak bir sessizlik. Ağzından çıkacak ilk kelimeye hangi ses tonun eşlik etmeli. Sesinden etkilenecekler. Bazıları gülümsüyor olacak. Ben gülümsüyor olacağım. Çünkü kurduğun her cümle için hangi aynaya baktığını biliyor olacağım. Gülümseyenler sinirini bozacak en fazla. Çünkü orada sadece sen gülümsemelisin. Diğerleri ise sadece izlemeli, şaşırmalı, etkilenmeli. Sesinden, cümlelerinden, saçlarını karıştırmandan.  Bırak etkilensinler. Her şey bitince git. Yatağa uzan ama önce dişlerine yapışmış insan parçacıklarını fırçalamayı unutma. Sonra da bir daha asla gülümseme. Yakışmıyor.

deli işiyiz

Deli işiyiz, birbirimizi dinlememeliyiz. Her insan gibi deliye kulak tıkamak gerekli. Ben senden bana kulak tıkamanı istiyorum. Ben sana yapamam ama sadece isteyebilirim.
İstiyorum. Bak konuştukça cümleler ağırlaşıyor. Kendini taşıyamıyor. Altında ezilmekten korkarım.
Kendim kendimi her cümle kuruşumda eziyorum. Ağırlaşıyorum. Korkarım ben bu haldeyken başkasının duymasından.
Ben ezilirken görmesinden
Biraz da cümlelerimi rüyalarıma saklamak istiyorum izninle..
Rüya görmek istiyorum...

Söz etmek istiyorum

Söz etmek istiyorum.
Bu ülkede herkes aynı şeyden söz etmek zorundaymış gibi bakıyorlar insana.


Sevgilisiyle sevişen kişilerin bulunduğu aynı sokakta eylem gerçekleştiren başkaları bahsediyor. Bakın orada yer altı çocukları vardı ve diğerleri sevişiyordu diyor. Aynı anda aynı şeyi düşünebilme yetisini ne vakit kazandık merak etmekteyim. Sevişen kişiler ülkelerini hiç düşünmeyen kişiler midir, bunu da düşünmekteyim. Bakış açıları, görüş farklılıkları her yandan sarmış durumda hal ve tavırlarımızı. Biz ki aynı şeyi yapsak bile farklı şekillerde yapan insanlarız. Neden sürekli onun bunun baktığı şekilde ve aynı zamanda olaya bakma telaşı var üzerimizde.

Sıradan bir muhabbeti bile siyasete, politikaya, ülkenin eksiğine gediğine bağlayan insanlardan ve her fırsatta kahrolsun manasına gelen sloganlar atan insanlardan nefret ederim. Bir dönem yazdığım Hiroshima Mon Amour yazımda adamın biri "iki sevgiliden söz etmiş orda devletler var, devlet" diye sataşmıştı. Ben ki o filmden söz edince o iki kişinin olunmaz aşkından da, bunun temsilinin iki devlet olduğundan da söz etmiştim. Yeri geldiğinde sadece ilişki gözüyle bakıp son cümlemde onlar aslında devletti deyip bitirmiştim. Ama yok, onların tek istediği benim sadece filmin politik duruşundan söz etmem, cümlelerime de bir iki sert mesej eklemem. Bu mudur?

Ben sizinle aynı bakmak aynı şeyleri söylemek zorunda mıyım? Aynı vakitlerde aynı şeyleri düşünmek zorunda mıyım? Bütünüyle ele alamaz mıyız hayatı? Kimi zaman kendimizi, kimi zaman memleketimizi düşünemez miyiz? İkisi aynı anda nasıl olabilir. Aynı anda olmasını beklemek sürekli ortalıkta kendi hayatını kurmuş ve düzeniyle yoğrulan insanların hepsini dışlamak mı demektir? Bağnazlık değil midir  bu? Herkesin senin baktığın noktadan bakmasını istemek, başka nedir? Birileri tabii ki sevişecek. Hatta başka biri dünyanın bir ucunda açlıktan ölen bir çocuğun görüntülerini izlerken yemek yiyor olacak. Başka biri parmağına batan iğne için sızlanadururken diğeri de mayın tarlasında kolunu yitirmiş olacak. Ben kendi acımı unutup o an sadece kolundan olana mı odaklanacağım? Bunu yapmadığım zaman kötü mü olacağım. Okulumun bahçesinde haklı eylem yapan arkadaşlarımı bırakıp derse gittiğimde bana inek mi diyecekler. Aç çocuklar için para toplamaya çalışırken, öteki tarafta hayvan hakları adına çalışmalar yapan grubu mu kınayacağız.

Herkesin aynı anda aynı şeyi düşünmesi mümkün değildir. Bu çok çok iyi kazınmalıdır zihinlere.

20091026

Düşünkara Fanzin Sayı 11 yayında...





Yıl: 2 Sayı: 11
Ekim - Aralık 2009



Hep aynı mutluluk. Birinci sayı olmakla 11. sayı olmak arasında fark yok. Paylaşım doruklarda, yeni yazarlar yine bizimle yeraltını solumakta.
Hep bir öncekinden daha fazla olsalar da biz eşitiz. Okumakla yazmak arasında da fark yok. Fanzin olması tüm bu farklılıkları es geçerek bakmamızı sağlıyor. Destek olmak demek tüm bunların hepsi. Bizim desteğimiz ise özünde "insan" olması dolayısıyla çok ama çok kuvvetli... Bakan insanlar, baktıkça gören insanlar, fark edenler, soru sormak isteyenler, dahil olmak isteyenler...

Ekim-Aralık sayısı olarak çıkan bu sayıda neler mi var?

  • -  Ocun "Mantar Düştü;" dedi bizi de yazdığı yazının içine düşürdü.Mantar değildi kuşkusuz konusu..

  • - Faruk Saim Akhan, "Soru" sordu. Sorduğu tüm soruların karşılığı sevmekle sevememek arasında gidip gelen iki kişiden doğdu. O an o kişinin yanıbaşında kulak misafiri olmuşcasına meraklı bakışlarla okuyacaksınız yazıyı...


  • - Bir fotoğraf köşesi oluşturduk fanzinde. "f: 2,8". Mehmet Emre Yılmaz fotoğraflarıyla katkıda bulunacak bundan böyle. Bu sayıdaki fotoğrafın konusu "Çöküş"tü.,

  • - Elendil Finrod, "Hayat Belirtisi Olmayan Bir Hayat" ile yazıda bize bir belirti bırakmadan çekti gitti. sanki biz konuşmuştuk onun yerine..

  • -"Fiziksel Kayboluş" ile Ahmet Yeşilkavak Fiziksel Kayboluşa uğrayan tanrılarımızı, sahte tanrılarımızı, bizi ve sahip olduklarımızı eleştirdi. Bir tür Stendhal Sendorumu halini  ve ölümsüzlük ütopyasını dile getirdi...

  • -"Sürekli Sek Sek" ile Murat Uyanık, döngüsel olan ve düz olmayan bir düzleme oturtulmuş ilişkinin belli noktalarda aynı yere varan ama aynı kişiler olmayan halini ele aldı.

  • -Raskolnikov "Anne Ben Kürt müyüm?" ile Yedek Parça Fanzin'den Raskolnikov'u konuk ettik...Bırakalım Kürt olmayı insan olmayı unuttuğumuz zamanları bize hatırlatan, her şeyin neden insan olmaktan öte bir anlama yedirildiğini anlamaya çalışan birinin ağzından aktarımıydı yazdıkları...

  • -"Roman ve Sinema Yapıtı Olarak Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" yazısı ile Hakan Bilge yine Düşünkara'ya tam destek verdi... Onun anlatımıyla filme bakmak ayrı bir keyifti.

  • -Sersessiz, "Öyküler Boyutlar" yazısı ile hayatının küçük küçük öykülerini ve başka hayatların öykülerini birleştirdi. Öykü okumanın tüm bunların yanındaki hazzı hakkında ipuçları verdi..

  • -Mehmet Çalışkan, "Tozlu Cenin" yazısı ile Ay ve Güneşi Tozlu Cenin'i tanımak üzere konuk etti. Onlar dokununca kalan parçalar sanki hayatın ta kendisiydi..

  • -"Odam İnsanları" ile Beytepe Kaplumbağası oda//ev//şehir üçgeninin aslında sürekli çoğalan köşelerine inat sadece "çekmece" istiyorum dedi.

  • -Kağıttan Gemi, "Cinler, Azadlar ve Eksikler" ile lambadan çıkan cine kendini azad ettirdi, 5 dileği vardı ve hepsi biraz eksikti...

  • -Mahir Efe Falay ise "Kumar"la ilgili bir şeyle rkaraladı. Her insanın hayatının kumarını yaşarken oynadığını görebilmek bu yazıyla da mümkündü. Ama mümkün olmadı.

  • -"Ölü Bedene Bıçak Saplamak" yazısıyla Yağmur Güncesi yine aramızdaydı. Hayat onun için tersine akmaya başlamıştı artık. Ölüme hızla koşarken hayatın taktığı bir çelme ile geri dönmek zorundaydı. Her gün saplanan bir bıçakla yaşamak...

  • -"Deliler ve Gerizekalılar" yazısı Gece Yolcusu'ndan geldi. 1984 yılına yapılan atıfla 2084 yılına götürdü bizi. her yanımız deli ve gerizekalı kaynıyordu.

  • -Kerim Akbaş, "Rüzgarın Ağlattığı Uçurumlar" yazısı ile sahte para ve reklam olmuş hayatımızın gerçek anlamını ve yağmurun yağışıyla boşuna kılınan tüm düşüncelerin anlatımını şirinin içine sakladı...

  • -"Senin Adın" yazısı Shigella kendi neslinin intiharını gerçekleştirdi. Rüyalarında öpüldüğü yüz kendisine mi aitti?

  • -Dewroomy ise hislerini yabancıladı. Ne zaman başladığını bilemediği bir sancıyı paylaştı..

  • -Emrah Sarıgöl ise "Egolu Yazarın cenaze Merasimi" yazısı ile egosu yüksek yazarların hiç bilmediği satırları döktü Düşünkara'ya..."İnsan ne ile yaşar?" diye sordu ve cevapladı...

  • ÇiziTEMA sayfamızda Mert Gürkan, Emre Yılmaz ve Cemal Keleşoğlu "Barış" konulu çizimleriyle yerlerini aldılar.


Yer aldığı noktalar:(ANKARA)

  • Ardıç Kitabevi ( Turhan Kitabevinin üstü 2.kat)
  • Ankara Kültür Evi ( Konur Sokak Leman Kafe bu kafenin altında kalıyor)
  • Nazım Hikmet Kültür Merkezi Piraye Kafe
  • Turhan Kitabevi
  • İmge Kitabevi
  • Kitap Kurdu Kafe(Selanik 48/7 Kızılay)

(başka mekanlara bırakıldıkça liste güncellenecektir...)

Şehir dışından erişmek isteyenlere itinayla kargo gönderilir.

dusunkarafanzin@gmail.com
Facebook tık.




20091021

güzel ~ çirkin

Bir gece daha bitsin istiyorum. 
Bu gece bitsin.




Artık aldığım kararlara şaşıran bir ben var karşımda. Kararlarım düşündürmüyor beni, ben düşündürüyorum kendimi. Sadece kendimi düşünüyorum ve inan hiç de bencillik vasfına yakışacak güzellikte değilim. 


Günlerce düşündüğüm şimdi dakikasında zihnimde canlanıyor ve ben zihnime söz geçirmek istemiyorum. Düşünmüş muamelesi yapıp sunmak istiyorum. Henüz istek sonrası gerçekliği yaşanmadı. Ama yaşamış kadar kesinim. Ben şimdilik böyleyim ve bir dostun da teyididir ki, çok "çirkinim". 


"Çirkin olmak güzeldir" demişti biri. Neden yanına güzeli getirdiğini o da belki bilmemiştir. Ben ama bilmek istiyorum. Neden illaki güzel olmak zorunda "her şey", ben bunu bilmek istiyorum. Kararlar mı güzel gelmeli insana. Düşünceler o kadar çirkinken neden ki? Onca çirkinlik bizi kemiredururken neden güzelini alan mutlu olsun ki. Güzelin mi saklama ömrü daha uzun. Hissettirdikleri mi? 


İnanmıyorum.


Geçenlerde kuzenimin yeni aldığı oyuncağını tam üç gün yanından ayırmadığına şahit oldum. Sonraki üç gün elinde başka bir yeni oyuncak vardı. Hepsi de güzeldi. Bir de ara ara dönüp oynadığı eski oyuncakları vardır. Kocaman bir sepetin içinde dururlar. Yıpranmış, eskimiş, belki lekeli. Kısaca çirkin. Yeni oyuncaklar evin her bir köşesindedir, üç günün sonunda çok bambaşka yerlerden çıkar. Yeri yoktur onların. Eskilerin yeri bellidir. Nerede bulacağını bilir. Ama arayışı hep yenilerdedir. Yeniler güzeldir. Eskiler de çirkin. 


İnsan tüm çirkinliklerin yerini bilir. Güzelliklerle de üç gün eğleşir... Bir gün de yeniler eskir. Neticede kendine kalan hep çirkindir. 


çirkin olmak güzeldir.
ya da
güzel olmak çirkindir.


sadece bunu mu söylemek istemiştim?





20091017

İkinci Geçen



aydılanmaya gidiyor cümlelerimiz
birbirimize ışık tutan iki bireyiz

içimden geçeni söylemek isterken sana
senin içinden geçeni söylüyorum bir anda

senin içinden geçen benim cümlelerim oluyor sonra
aynı cümleleri, birbirimizin içinden "ikinci" geçenleri söylediğimiz anda kuruyoruz.
biz.
ikinci geçen hep birincinin karanlığını aydınlatıyor.
ışıldıyor ortalık
parıltılı,
çekici,
buna biz de aldanıyoruz artık
kurduklarımızla değil
yaşadıklarımızla varız o an
"diğerleri" gibiyiz

söyleyemediklerimiz içinde bir biziz
hep baştan alıyoruz, çok sakiniz

çünkü yolun sonuna gelince intihar etmek gerekiyor
bizse karşımızdakine kıyamıyoruz

uçurumun sonu müthiş bir aydınlık oysa
biz ise karanlık olanlarız

şimdilik birbirimize tuttuğumuz ışıkla aydınlanıyoruz
bu yetiyor.
"sanki" yetiyor.