20220731

kuşatılmış toplum / zygmunt bauman

Kitabın Zygmunt Bauman'ın sosyolojisini okumadaki lezzetini bir yana bırakırsak oldukça kapsamlı şekilde kendi kendini tutsak eden toplumun dinamiklerine değiniyor diyebilirim. Küresel ve yaşam politikaları başlığı ile iki ana çerçevede işliyor konuyu. Gittikçe zorlaşan idare çerçevesinde toplum kendisini türlü belirsizliklere, küresel politikaların değişen çarklarına, artık bir avatar haline gelen büyük biradere ve dolu bir dünyada yaşamak zorunda kalan sığınmacılara kadar birçok konuya değiniyor. Yargısız, eşitlikçi, fırsatçılıktan uzak, hedonist, kamusala karşı özeli savunan, seyircilikten oyunculuğa evrilen ve ütopyalara artık inanmayan ve bugünü kutsayan bireyin de tüm bu karmaşanın dönüşümünde birincil rol oynayacağına değiniyor. Kendimizce oluşturduğumuz ve hapsettiğimiz her bir kuşatılmışlık hissinin çözümünün mağduru değil etken rolünü oynayan kişisi olmamız üzerine duruyor. 

20220729

kaçırdıklarımız / adam philips

Adam Phillps'in okuduğum ilk kitabıydı. Bu kitabı verdiği konferanslardan derleme olarak bir araya getirmesine rağmen hüsran, kavrayamamak, yanına kar kalmak, çıkıp gitmek üzerine, tatmin üzerine, deli rolü üzerine başlıklarıyla güzel bir bütünlük oluşturmuş. Sonuç bölümünde, yanına kar kalmakla bu kitabı temel aldığını söylese de çevirisi sıkıntısı mıdır, çok fazla tekrardan mıdır bilmiyorum, en çok o bölümde sıkıldım. Shakespeare oyunlarını ve Freud'un psikanalizini temel alarak tüm bu başlıklardan tragedyalara atıflar yapıyor ve insanı bu oyunlardaki karakterlerle açıklıyordu. Shakespeare karakterlerine yabancıysanız bu kitaptaki düşünce akışına dahil olamayabilirsiniz. Tüm bu akışa alışınca kitap yarıdan sonra inanılmaz keyifli bir düşünce silsilesi gibi gelmeye başlıyor. Size zorla bir şey göstermeye çalışmayan hatta bazen havada kalan tüm anlatımları sizi düşündürdüğü ölçüde değerleniyor ya da bana öyle geldi diyebilirim..Çıkıp gitmek,tatmin ve deli rolü bölümleri tekrar okunası...

cinsel boşalmanın işlevi / william reich

Wilheim Reich'ın cinsellik psikoterapistliği yaptığı ve bu doğrultuda yazdığı ilk kitabı. (Araştırmalarımla öyle olduğunu tespit ettim. Yanlışsa düzeltebilirsiniz.)Dolayısıyla kafasındaki teorik bilgilerin çoğunu deneyselleştirmesinin henüz mümkün olmadığını birkaç bölümde dile getiriyor. Ben ki Karen Horney, Simone de Beauvoir, Judith Butler, Malinowski, Evelyn Reed gibi yazarlardan ve külliyatı bir araya getiren Foucault'un Cinselliğin tarihini okumuş olan biri olarak, bu kitapta oldukça eksik bulduğum bazı durumlar vardı. Kadın ve erkek üzerinden(diğer cinsel yönelimlere teyit geçmeyi bırak hiç söz etmeden) Freud'un salt çocuklukta başladığını öne sürdüğü Oedipus argümanına bazı noktalarda karşı çıkarak, yetişkin insanların da yaşamlarındaki değişim-dönüşümde cinselliği konumlandırdığı noktanın sonuçlarını yaşadığından bahsediyor. Reich’in kitabın başında Freud’un öğrencisi olarak, onu çok da üzmek istemediği açık. Daha evvel Jung, Eric Fromm, Otto Rank’in de onun öğrencisi olmasına rağmen ağır eleştiriler getirdiklerini görmüştüm. Bunu yine ilk kitabı olmasına mal edebiliriz, diğerlerini de okuyunca daha sağlıklı yorum yapabilirim sanıyorum. 
Aslında tüm sorunların kökeninde cinsellik baskısı olduğunu söylüyor. Bana göre bu noktada Foucault açıklamaları daha anlamlı. Çünkü bunun erk, güç, iktidar ilişkilerinin getirdiği bir sonuç yansıması olduğundan bahseder Foucault. 1920’li yıllarda yazılan bu kitabın, 1940’lı yıllardan da örnekler içermesi kitabın yazar tarafından güncellenmiş olduğunu aklıma getirdi. Ama gel gör ki, hep yokluğunu çektiğim kaçıncı baskıdan çeviri, hangi yılda yazılıp kaç kez baskı yapmış olduğu, hangi yıllarda güncellemeler içerdiğine dair bir bilgi bulabilmiş değilim. Yönetmen ve oyunculara ait filmografi, müzisyenlere dair diskografi bulabiliyorken yazarlara dair neden bu tür bir kaynak bulamıyoruz? Benim bilmediğim bir kaynak bilen varsa hemen söylesin ona kitap hediye edeceğim 

Kitapta birkaç yerde kadınları aşağılayan kelime kalıplarına rastladım. (kızkurusu vb.) Bunların Bertan Onaran’dan kaynaklı bir çeviri talihsizliği olmadığını düşünüyorum ya da böyle düşünüp sevdiğim bir çevirmene laf etmemek için kendimi dizginliyorum diyeyim.. Tabii Reich’in bu tutumu Malinowski’nin İlkel Toplumlarda cinsellik ve Baskı kitabındaki anaerkil toplum anlatımlarında biraz şaştı. Ataerkil başka bir kavim ile kıyaslamalarında açığa çıkardığı yönler Reich’İn de tarafımdan aklanmasını sağladı.

Kitap salt boşalma ediminin aslında sinirce durumlarının ihtiyacı olan ve bunun farkında olup üzerine gidilmezse gölge tepkimeleriyle mücadele ediyor olacağımızı çok güzel özetlemiş.

Kitabın genel akışı kendi ruhçözümlemeci tecrübeleriyle gittiği için gayet rahat adapte olunabilir nitelikte. Cinsel yaşamına dengeli bir düzenlilik getiren kişi ile dirimsel enerjinin sürekli gergin ve aktarılamamış, hayata geçirilememiş olan kişi arasındaki farkları oldukça detaylandırdığı örneklerle aktarıyor.

“İçine hava vererek şişireceğimiz bir balon, patlamazsa, nasıl hareket eder acaba? Dış zarının uzayabildiğini, ama patlayamadığını varsayalım. Canlı çekirdeği kuşatan bir kılıf gibi canlandıran bu insan kişiliği imgesi çok yerindeydi. Balon, o çözümsüz gerilimi içerisinde konuşabilse halinden yakınırdı. Zayıflığından ötürü, çektiği acının nedenlerini dışarıda arayacak, durmadan çevresini suçlayacaktı. Birinin gelip kendisini patlatmasını isteyecekti. Amacına dilediği gibi ulaşana dek, çevresindekileri kışkırtacaktı. İçerden, kendiliğinden yapamadığı şeyi, kolu kanadı kırık, edilgin bir biçimde dışarıdan bekleyecekti.”
“Sinir hastalığı, doğal cinsel hazza vurulan ketlerin toplamından başka bir şey değildir, bu ketlemeler zamanla, makinemsi bir hale gelir. Sinir hastalığının bütün öbür belirtileri, bu kökensel bozukluğun sonuçlarıdır.”

düş söylemleri / pierre sorlin

'Düş gören yakalamaya çalışır hoş imgeleri boş yere, onlarsa uçar belli belirsiz izler halinde. '
william blake. 

'Bir düşü anlatmak, anlatılan bir düşü dinlemek kadar zevklidir - ve hikayeyi anlatan da dinleyen de anlatılanlar aslına tam sadık mı diye hiç dert etmezler. '

Düşleri anlatmak ya da yazmanın üzerine hem düşünmek, hem de bir tür psikanaliz metodu olması sebebiyle kişinin kendisini özümsemesine vesile olduğunu farkında olan biriyim. Rüyalarımı bir dönem uzunca ve hala ara ara yazan biri olarak bana kendimin, zihnimin ne anlatmak istediği ya da neyi nasıl kodladığını çok da merak ederim. Düş söylemleri kitabı Freud'un önemsediği şeyleri vurgulayarak ama onun gibi komplekslere takılı kalmayıp üstüne on katarak bize düşlerin önemini aktarıyor. Ve en önemlisi de şu;  diyor ki, eğer herkesin rüyasında gördüğü uçmak eylemi rüya tabirleri kitabında anlatıldığı gibi tek cevaplı olsaydı, herbirimiz rüyamızda uçakla, kanatla ya da kendi kollarımızla uçtuğumuz farklı rüyaları görmezdik..

gece uçuşu /antoine de saint exupery

Küçük Prensin yazarından kısacık bir roman.. Andre Gide'ın önsözüyle daha bir anlamlanan kitapta eksik ve buruk bir tad kalmıyor değil.. 'içindeki sevgiden daha büyük görev duygusu' 'emrinizdeki kişileri sevin ama bunu onlara söylemeyin' bakış açısı aslında tüm kitabı özetliyor. ikilemler işlerin yürümesi ve insan hayatları üzerine kurgulandığında bir yöneticinin açmazlarına doğru ciddi bir kapı aralıyorsunuz. sizi anladığı kadar onu anlayabilirsiniz bu noktaya galiba hiç gelemiyoruz..

ölümcül bir hastalık olarak umutsuzluk / kierkegaard

"sonlu varlığı ve sonsuz varlığı arasına sıkışan insan 'kendi olma' sürecini umutsuzluk içinde yaşar."
"umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır."
Kitap müthişti. Bu kadar etkileneceğimi hiç tahmin etmeden başlamıştım. Kısacık gibi görünse de bir süre sonra daha yavaş okumak düşünmek ve içselleştirmek istiyorsunuz. Umutsuzluğun hayatın içinde, Tanrının da insanın içinde varolduğu gerçeği ile yaptığımız yapacağımız her şeyin ve işleyeceğimiz tüm günahların bizi umutsuzluk içinde bırakmasıyla olumsuzlukların başladığı ve hayatın gerçeğinin aslında bu olumsuzluklarla bezeli olduğu, sizi artık sadece umutsuzlukla mücadele edilmemesi gerektiği yönünde durma sağlamalıdır. Bunu anlatırken aslında hayatın sürekliliğine dair umut aşılayan yegane kitap olabilir elinizdeki kitap... Özenle tüketiniz..

sınırın güneyinde, güneşin batısında / haruki murakami

Haruki Murakami tam bir hafta sonu insanı. Bu kadar keyifli yazıyor. Belki yolculuk insanı da olur. Kitaplarını yolculuklara istifleyeceğim. Çok basit bir kurguda neler neler anlatıyor. Kendisini iyi anladığı kadar başka karakterleri de es geçmeyen adamları seviyorum. Dünyayı yıkıcı, negatif duygularla değil anlamlarla, duygularla ortaya koyuyorlar. Bunların her zaman olumlu olması elbette şart değil; sadece kendini ve etrafındakileri gözeten bir algoritma kuruyorsun hayatla. Bazen yapamıyorsun hiçbir şey; ama yapamamanı bile anlaşılır noktada bırakıyorsun kendine ve hayata. Şu an romanda nat king cole çalıyor plaktan, müzik bitsin kitap bitmesin dememiştim uzundur...

dün bugün jacques lacan : bir konuşma

Bu iki yazarla Lacan hakkında yapılan söyleşilerden oluşan bu kitap, soru-cevap şeklinde ilerliyor. Lacan ile ilgili çok da bir başlangıç metni değildi. Benim alırken umduğum bu tür bir şeydi en azından. Diyaloglar çok yorucu değildi. Lacan hakkında araştırmalar yapmış bu iki isim "21. yüzyıl şimdiden Lacan'cıdır". diyor.

gökdelen / j. g. ballard

Tam bir Terry Gilliam yönetmenliğinde filme uyarlanabilecek bir roman diyebilirim. İnsanların hiç dışarı çıkma gereksinimi duymayacakları gökdelenlere yerleşme ve hayatlarını orada sürdürürken birdenbire her şeyin altüst oluşu..Çocuklar okula, insanlar işe bu gökdelenden çıkmadan gidiyorlar. Yine Ballard...Yapmış yapacağını...

açlık / knut hamsun

Bir yazarın tek geçim kaynağının yazmak olması ve bunu yaşadığı hayatı altüst etmek pahasına asla bırakmaması, vazgeçmemesi söz konusu. Başka hiçbir işi kabul etmeyen yazar, açlıkla mücadele ederken bu durumu asla kimseye lanse ettirmemeye de özen göstermesi ve roman kurgusu içerisinde bizi oldukça içine çeken bir kurguyla yüzleştiriyor. Elimizi uzatsak sanki yanı başımızda olduğunu görecek denli sizinle akıp gidiyor zamanda. 
Yazmaya mı aç olduğu yoksa gerçekten de çektiği açlığın mı ona bunları yazdırdığı arasında çok ince bir çizgi var. Filme uyarlanmış bir roman fakat film kitap kadar güzel değil maalesef.

sözcükler / sartre

Sartre'ın 59 yaşındayken yazdığı özyaşam öyküsüdür bu kitap. Kendi çocukluğuna, özellikle ilk okul ve öncesi yıllara kadar her şeyi net ve çözümlemiş olduğunu görüyoruz.. Üstelik sadece kendi yaşamı değil, anne-baba-dede ve diğer aile üyelerine de aynı itina ile yaklaşır. Babasız büyümüş olan Sartre, annesi ve dedesi ile büyümüştür. Onların gösterdikleri ilgi ve sevgiyi bile eleştiren ve kendisindeki eksik/yanlış yönlerin kaynağının bunlar olduğunu düşündüğü cümleleri çok ilgi çekiciydi. Gerçekten oldukça objektif bir şekilde kendi hayatını kaleme alabilmiş. Cesaret gerektiren bir bakış açısı ve yorumlama görüyoruz. Yaşadıklarının edebiyatına olan etkisini de gözlemleme şansını vermekte olması açısından kitap benim için çok değerli.

yalnızız / peyami safa

Anne - kız aynı erkeğe farklı zamanlarda  aşık olunca, aşık oldukları erkeğin kız kardeşi de oğluna-abisine aşıksa.. Ve bu aşkların da ötesinde birbirine bu kadar yakın duran insanların, aslında ne kadar uzak oldukları Peyami Safa gözüyle vurgulanırsa. Bu uzaklık sadece ve sadece içsel olanda saklı ve bu romanda bunun en iyi yansıtıcısı. İç sesle, dış sesin birleştiği noktalarda insanı düşündüren pek çok an vardı kitapta. Kurgulamak karakterlere sıfatlar yüklemek kolay, okurken canlandırma sineması misali kareler de bir bir akıyor.

psikanalizin bunalımı / erich fromm

Erich Fromm'u ne zaman okursam okuyayım kendimi tam yeri tam zamanı tadında buluyorum. Değinileri ve anlatımı o kadar güzel ki.  1923-1969 tarihleri arasında, Freud, Marx ve Sosyal Psikoloji üzerine yazdığı makalelerden oluşan bir kitabı Psikanalizin Bunalımı.
Biraz uzun da olsa kitaptan alıntı yapacağım. Kitabı okutamıyorsanız da, bu bölümü okuyun okutun lütfen...

"Marx, insan tutkularının somut terimlerinden özellikle de aşktan söz etmeye başladığı zaman bu etkinlik kavramı iyice netleşmeye başlar. Bununla ilgili şöyle der : 
İnsanın, insan ve dünya ile olan ilişkisinin de insanca olduğunu varsayalım. İşte o zaman sevgi, sevgiyle değiş tokuş edilebilir; güven de güvenle vb. Sanattan hoşlanmak istiyorsan sanatsal açıdan beslenmiş biri olmalısın; başka insanları etkilemek istiyorsan gerçekten başkaları üzerinde güdüleyici ve teşvik edici bir etkiye sahip olman gerekir. Doğayla ve insanla olan ilişkilerinin her biri, senin gerçek bireysel yaşantının ve istencinin nesnesiyle örtüştürerek, özel bir ifade taşıması gerekir. Karşılığında sevgi olacağını aklına getirmeden seversen, örneğin, sen aşık biri şeklinde dışa vurarak sevilen kişi olamıyorsan, o zaman sevgin acizdir ve bu bir talihsizliktir.

Marx, sevginin bu etken özelliğini Die Heilige Familie’de yazdığı bir yazıda açıkça ifade etmektedir : “Mr. Edgar, aşık birini ya da seven insanı sevgi insanına dönüştürerek, sevgiyi tanrıçaya, zalim bir tanrıçaya dönüştürmüş olur, böylelikle “sevgiyi” insandan ayrı bir varlık haline getirir. Bu basit süreçle, yüklemin özne haline dönüştürülmesiyle”, insan, insan olmaktan uzaklaşmış olur. Gerçekte, aşk, insani bir etkinliktir, edilgenlik değildir. (birine tutulmaktan ziyade sevmek) ve Marx der ki : “İnsana kendi dışındaki nesnelerin dünyasına gerçekten inanmayı öğreten şey, sevgidir.”

Marx’ın gerçek insan gereksinimleri kavramı, - başkalarına ihtiyaç duyma, ifade etme ve yetilerini uygun nesnelerine boşaltma ihtiyacı – onun sentetik, insani olmayan, köleleştirci gereksinimler kavramları göz önünde bulundurulduğunda ancak tam anlamıyla anlaşılabilir. Çağdaş psikoloji, gereksinimlerin eleştirel çözümlemesiyle pek az ilgilenir; bir insanın bir şeyleri arzu etmesi gerçeği, tam da o insanın arzu edilen şeye haklı olarak ihtiyaç duyduğunun bir kanıtı olduğunu varsaydığından, endüstriyel üretim yasalarını (en üst düzeyde üretim, en  üst düzeyde tüketim ve en az ölçüde insan anlaşmazlıklarını) kabul etmiştir."

işte böyle güzelim

2006 yılında yürütülen Bizim Bedenlerimiz, Bizim cinsellik projesiyle birlikte onlarca kadının cinsellik hikayelerinden derlenmiş bir kitap. Temel hedef, sıradan insanların bu konu hakkında akıllarında yer eden anılarını ya da ilk akıllarına gelen hikayelerini paylaşmaları. Bu böyle olunca paylaşılan hikayelerin de oldukça içten, sakınımsız ve doğal bir dili vardı. Kadınların yalnızca yaş ve mesleğinin yazıldığı (45 yaşına hastabakıcı, 47 yaşında doktor, 23 yaşında öğrenci gibi) ve herhangi bir öyküleme kaygısı olmaksızın konuşur gibi metne aktarıldığı görülüyor. Nedenleri, sonucu yok. Hatta bazı durumları kendileri dahi ilk kez birileriyle paylaştıkları için o ilk anki paylaşımın verdiği çekinmeler ya da daha da rahat olabilmek için kurulan cümleler olageldiği şekilde yansıtılmış. Bu sebeple gerçekten karşında seninle kendisi ile ilgili özel bir şeyi ya da özel olması, saklaması öğretilmiş/zorunlu kılınmış bir şeyi tüm samimiyeti ile paylaşan bir kadın görüyorsun. Kitaptaki hikayeler bu proje ve sonrasındaki farklı projelerde kadın ve erkekler tatafından sesli okuma atölyelerinde de birçok insana ulaştırılmış.    Hal böyle olunca kitabın böylesi bir yöntemle ayrıca yaşamaya ve birirlerine dokunmaya devam etmiş olduğunu söylemek yeridir. Yazıldığı dönemde vajina monlogları oyunundan esinlenmiş. O oyunu da okumak ne zamandır aklımdaydı, edineyim diyorum..

fakir kene / birhan keskin

Şiirle direnen kadın Birhan... Hep duydum ama hiç okumamıştım. Sen ne güzelsin öyle...Tüm gecemi sakinledin, teşekkür ederim..

asi kızlara uyku öncesi masallar

Kitabın büyük küçük herkesi etikeleyecek akıcı bir dili var. İçerisinde onlarca bilinen bilinmeyen kadının hikayesi yer alıyor. Birer sayfadan oluşan hikayeler onların hayata karşı verdikleri "ikinci cins" mücadelesini konu alıyor. Asla vazgeçmeyen, mücadele eden, risk alan, ilk olan ve son olmayacak olan oldukça derin anlamlar taşıyan gerçek hikayeler. Bu mücadelenin içerisinde olan biri olarak, böylesi kadınların varlığını bilmek, kitaba aktarıldığınıg örmek ve dilimize çevrilmesi çok etkiledi. Kız çocuklarına da ilham verecek ve onların hayallerine yenilerini ekleyecek, cesaret kazandıracak hikayeler olduğunu düşünerek hediye de ettiğim ve edeceğim ise doğrudur. İllustrasyonların güzelliğinin ve tek sayfada kalabilen hikayeler olmasıyla dizgi, baskı kalitesinin ise kesinlikle hakkını vermek gerekir. Okuyun, okutun, hediye edin, başucu kitabı yapın.

yaşama sanatı / crispin sartwell

"Neyin resmini yaptığınızın önemi yoktur. Önemli olan resim yaparken olanlardır." Audrey Flack

Bu alıntıyla birlikte “sanat yapılan şey değil, yapılanın nasıl yapıldığı meselesidir.” cümlesini birleştirin ve  kendini vererek yapılan şeyleri mümkün olduğunca sanat olarak tanımak, tanımlamak, kutsamak ve yaşama bu şekilde katmanın anlamları üzerine düşünün…
 Dünyanın bilimum tinsel geleneğini bir kenara koyun. Birçoğuna yabancıyım ve tanımıyorum, okudukça tanımadığımı da hissediyorum ama bu söylenenlerin gerçekliğini bilecek kadar içindeyim aslında tüm o varoluş deneyimlerinin. İzm’lerden haz etmezken, aslında birilerinin kendisini iyi hissetmek için içinde olduğu tüm öğretilerini içtenlikle hissedeniyim bence. Tüm mesele aslında size neyin iyi geldiğini bilmek değil midir, bunun üzerinde durmak değil midir? "Tinsel"le, derinlerdeki insani deneyimi, dünyadaki huzur deneyimini paylaşmayı kastediyorum, diyor yazar. Bunun için yapılan her şeyi sonuçtan çok seyrinin bir estetikle bütünleşmesi ve bunun da her daim içerisinde olduğumuz yaşamın bir sanat alanına dönüşmesinden bahsediyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde müze ve galerilere hapsedilen sanatçılıkla ilgili oldukça iğneleyici bir üslup takınıyor, dalgasını geçiyor. Üst üste ortaya atılan batıya özgü sanat akımlarının hepsinin birbirini çürütmek ya da yanlışlamak için var olduğundan söz ediyor. Benim için bu kısımlarla kitap etkileyiciliğini yitirdi. Bana kalırsa insanlar iyi hissettikleri şekilde var olmanın yolunu kendileri belirlemeliler ve bu yolun tartışmaya açık olmaması gerekir. İç huzurun insana getirdiği yaşama estetiği ve coşkusunun çoğaltılabilir olduğunu görmesi gerekli. Bazen bir yemek yaparken, bazen kahvemizi yudumlarken ya da bir galeriyi gezerken..  Evet galerileri Ankara’da iken daha çok gezerdim. Bir nevi benim için izole edilmiş alanda da olsa; bir başkasının dünyasında kafamı güneşlenmeye çıkarmışım gibi bir his eşlik ederdi. Öyleyse bu galeriye kapatılan sanatın yanlışlığı nerede? O sanatçının tüm o resimleri yaparken ki hissettikleri nerede? Bu kısımlarda yazarla ters düştüm elbette.  Ama diğer anlatmak istediğinin tam içinde olduğum için doğrulayabildiğim kısımlarını hayranlıkla okudum. Toplamda altı ayda, hem de hiç acele etmeden, uzun uzun boşluklar koyarak elime aldım, yanımda dolaştırdım, yüz sürdüm, kitapla nefes aldım.  Galiba kitaplığımda ilk kez çizikler attığım, notlar aldığım kitabım oldu. Belki çok öznel bir durum; ama bence benim için, hayatımın şu aşaması için kesinlikle bütünleştiğim bir kitap.

 “Ben bütün dünyanın huzurundan, bir bütün olarak dünyayla iç içe geçme ve özdeşleşmenin bir sonucu olarak huzurdan bahsediyorum. Bu, bence, nerede ortaya çıkarsa çıksın ve kendisini ister dinsel, estetik isterse de teknolojik olarak dışa vursun, sanatın en temel işlevidir.”

“Şimdi yapmakta olduğumuz aynı eylemleri yapıyor olacağız belki, ama o eylemleri üzerlerine bilinçle yoğunlaşarak yapacağız. Yaşama biçimimizin dışsal herhangi bir olgusu zorunlu olarak değişmeyecek belki, ama bizim bu olguları kavrayışımız derinleşecek, yaşama bağlılığımız artacak, hayatımızın manevi boyutu canlanacaktır. "Hayata dönmüş" olacağız, zaten yaşamakta olduğumuz hayatlara daha eksiksiz olarak döneceğiz."
03.05.2017




Toplamda 6 ay süren bir okuma... Tamamen bırakmadan az az okuma yapmayı bundan evvel herhangi bir kitaba yaptığımı hatırlamıyorum. Bu sıradışı okumanın hakkını verebilmek için, kitap hakkında yazacaklarımı, kafamdakileri toparlamak adına, sonraya bırakıyorum...(29.04.2017)


çay güzeli / ismail saymaz

Başladığı gibi bitebilecek ve oldukça içten yazılmış kısa öyküler. İlk bölüm İsmail Saymaz'ın otobiyografik öyküleri olup ikinci bölümündeki öyküler ise gerçek olayların kurgu ile bütünlemesi.. Çok gerçek, oldukça samimi tam bir "bizim İsmail" dili vardı kitabın... Sadece erkeklerin yüzdüğü masmavi denizin derinliklerini de anlatıyordu; o engin mavinin sorumluluğunun altında ezilmeyi ve o mavi denizin kıyısında kalan kadın olmayı da es geçmiyordu... Belki yolda görseniz dönüp bakmayacağınız onlarca insanın yüreklere dokunan öyküleriydi.. Yolculuk için yazılmış bir kitap. Rize'den Erzurum'a sonra siz nereye gidecekseniz oraya...

en eski yüz / pelin buzluk

Pelin'in bazen kendiliğimizi bile unutacak kadar içinde olduğumuz tüm olumsuz koşulları aslında en derinden hisseden ve unutmayan karakterleri ile yazdığı dolu dolu öyküleri... Aslında onlara karakter demek bile özelleştirmek olarak kalıyor oysa bu öykülerde özel olma kaygısı değil hissetmek ve hissettirmek özü başı çekiyor. İlk birkaç öykü dışında diğer öyküleri sanki bir romanın içerisindeymişim gibi okudum. Bir bitişi, sonu olduğunu hissettirmeden bizimle hatta kendimizde yaşamaya devam eden duygudurumlarıyla başbaşa olduğumu sıklıkla hissettim. Öyküleriyle direnen güzel insan Pelin'in bu kitabını, Deli Bal ve Kanatları Ölü Açıklığında kitaplarıyla yan yana gördükçe umutlanmaya devam edeceğim, o kesin...

özgürlükten kaçış / erich fromm

Erich Fromm hangi yaşta olursam olayım bana psikanalizi tekrar tekrar sevdiren bir yazar. Bu kitabında da insanın birey olarak ortaya çıkışı ve özgürlük ile tanışmasını, ortaçağ ve reform çağında özgürlük tanımlarını irdeleyerek başlıyor. Yetke, sorumluluk, yönetim, güven alanları, kaygı saplantıları ve kaçış mekanizmaları üzerine duruyor yazar. Sadece bir bölümde mazoşit ve sadist psikolojileri irdeliyor. Özellikle sadist kişilerin nesneleştirdikleri mazoşist kişilere olan ihtiyaçlarının vurgusu çok hoşuma gitti. Celladına aşık olmak eğilimindeki mazoşistlerin yaşam kaynağı bir cellat olmazsa olmazı kadar sadistlerin de nesneleştirdikleri kişilere ihtiyacı olmazsa olmaz bir noktada. 
Bunun dışında bireyin psikolojisi üzerindeki en büyük etkinin tv, radyo ve gazetelerin (günümüzde sosyal medya) olduğuna değiniyor. Bir savaş haberi izlerken kedi videosu izlemeye başlamanın ve bunun gün geçtikçe her anımıza yayılan bir duygu geçişi olmasının derinlik ve anlamdan yoksun insan davranışlarına etkisine değiniyor. Sosyal varlık olan insanın duyarsız, duygusuz, bencil ve etrafındaki herkesi ve her durumu harcamaya meyli olan birine dönüşümünün korkunçluğu bizim aslında haber alma özgürlüğümüzün içerisinde yönetemediğimiz birtakım geçişlere sebep olduğunu gösteriyor. Hal böyle olunca kişiler mücadeleyi ve kendi hayatını yönetmeyi bırakıp başkalarının kendisini yönetmesine doğru hızla yol alıyor. Paket şeklinde verilen bireyden daha yönetilebilir araçlara sahip aile olmaya hızlı geçişin; diktatör rejimlere olan bu bir türlü anlam veremediğiz tutkunun yönetilme ve kendi iplerini birilerinin eline bırakmanın bir nevi özgürlükten kaçış yöntemi olduğuna değiniyor. Kitabın her bir bölümünden ayrı ayrı keyif aldım. 1940lı yıllarda yazılmış olsa da günümüzün öngörüsünü de içeren, çok net ve vurucu tespitleriyle başka bir Erich Fromm kitabıydı.

göğü delen adam

Hayatının büyük çoğunluğunu adada yaşayarak geçirmiş birinin kaleminden Avrupa insanı eleştirisi. Yaşadığı bir adada karşılaştığı bir yerlinin düşüncelerini derlediği bir kitap. Güven, mutluluk, başarı, iş ve türettiği onlarca farklı kaygı ekseninde hayatını çeperleyen beyaz insana tepeden bir bakış. Düşüncelerini ağlak bir çocuk gibi sürekli bağırtan, Papalagi diye adlandırdığı modern insanların, ihtiyaç dediği şeylere bir bir ok fırlatıyor yazar. 1920 yılında yayınlanmış bu kitap onlarca dile çevrilmiş. Hayatın konfor alanları olarak adlandırdığımız ve iyi hissettiğimiz sanrısında iken kendimizi konfor alanından çıkmamak için zorladığımız/sınırladığımız bir hapishanede sıklıkla buluyor olmamız ve belki de bunu asla fark etmeden yaşayacağımız onlarca yıl... #göğüdelenadam Ayrıntı Yayınları