20100930

“Zahmetli şey ölü olmak.”

















Birileri azgın sularda boğuluyorken siz hep yüzmeyi bilen oldunuz?


Gerçekten bana biri şu kadar ömrün kaldı falan desin de hayatı hissedeyim istiyorum. Sanki kendimi bıraksam şimdi ayaklarıma yığılırım. Aldığı nefesin ciğerlerime dolmadan geri çıkıyormuş gibi. Hızlı hızlı nefes alıyorum nefes aldığımı hissetmek adına. Nefessiz kaldığım anlarda bunu yapıyorum ve işte o an diyorum ki hala ciğerlerime dolmuyor sizin havanız. Sizin gökyüzünüz. Sizin insanlığınız bana erişemiyor. Ben ki onu kısa kısa sadece yaşadığımı hissetmek için kullanıyorum. Kalan zamanlarda ise bir ölüyüm. “Zahmetli şey ölü olmak.” [1] Yaşamaktan çok çok daha zahmetli. Kendini bıraktığınız o leziz ve insancıl duygularınızdan ben tiksiniyorum. Ben kendimden ve insanlığımdan nefret ediyorum. İhtiyaçlarımdan ve yaşama zorunluluğumdan nefret ediyorum. Siz kendiniz dışında bir şeyler olmadan gerçekten yaşayabilseydiniz kimse kabuslarından korktuğundan söz etmezdi. O uykunuzdan sizleri sıçratan ve her gece gelebilirliği ile sizi tüm yolunmamış tüylerinizden bir bir çekip bayıltan uykunun içine gömen kızgın kabuslarınız... Size çok kızgın olan siz, tüm o kabuslarda gördüğünüz baştan ayağa sizsiniz. Siz hayatı ve başkalarını sevmeye bakın, müthiş kabuslar o kızgınlıkla sizlere karanlık bir geceye düşürecek. Ve siz, lütfen devam edin yaşamaya, her karanlıkta ışıklara ihtiyacınız var çünkü. Karanlığın en saf olduğu sokaklara bile birer sokak lambası yamamak meziyetiniz ne de olsa. Rahat bırakın karanlıkları rahat bırakın karanlığınızı, işte o zaman nasıl nefret dolu biri dolu olduğunuzu göreceksiniz...

Şimdi size yarım insanlığımla nasihat vermekten vazgeçip kendimden söz etmem gerekiyor ya da gerekmiyor! Gerekmeden yapayım öyleyse.

 Kendimi gün boyu süren bir içi boşluk sarhoşluğunda hissediyorum. Hani bir tane bile bira içecek olsam sarhoş oluyorum. İçerken dudaklarımdan ayak tabanlarıma kadar hızla aktığını hissediyorum her şeyin. Buz gibi bir sarsıntı. Ellerimde morarma yapıyor bu sarhoşluğum. Mosmor izler var vücudumda. Dokunsam ağlayacak kemiklerim. Dokunsam kırılıp elimde kalacak bedenim. Ben dokunmayım istiyorum, olmuyor. Kendimi yoğuruyorum ve sonra o çok bildiğiniz şekilsiz poaçalardan yapmaya çalışırken buluyorum... Gözyaşlarım yüzümde çukurlar açtı. Göz altlarımdan dudaklarıma doğru gidilecek yolu biliyor ve bana bile sormuyor ne zaman taşacağını artık... Kendimi aynada daha net görmek istediğim için gözlük kullanmaya başladım. Gözlerim bile gördüklerimi puslu hale getiriyor artık. Bıraksam hiç görmeyecek ve silecek. Düşünsenize silinecek tüm gördüklerim. Nasıl silinebilir ki? Tüm o boktanlığıyla hayat içerisinde kırıntı bırakıyor. Dönüş yolları can kırıntılarıyla dolu ve ben onları görmeyecek kadar kör olursam size benzemez miyim? Sonra sadece kabuslarımda mı başlar o kötü olan her şey, aslında hayatın bir yansımasıyken...

Saat takmaya başladım yeniden. Bileklerim terliyor morluklarım saatin kadranına işaret ediyor. Saçlarım eskisi kadar mutlu ve kıvırcık değiller. Kestireyim diyorum annem izin vermiyor. Evimiz üçüncü katta biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz, siz bilmeden anlatayım ben öyleyse.

Balkondan aşağıya inmeyi denedim geçen kanatlarım yerinde yoktu... Araba kullanmayı öğreniyorum yeniden. Bir aracın üstüne üstüne gidersen o araç seni ezmemek için sağa kırarmış direksiyonunu. Geçen denemek istedim direksiyonu sağa yaslayan ben oldum. Yahu diyorum herkes aslında her şeyi bilmiyor! Aslında hiçkimse  hiçbir şey bilmiyor!

Sorduğum sorulara artık kendim cevap veriyorum o yüzden saat takmaya başladım. Bir başkasına sormaktan vazgeçtim. Bir ağıt tutturdum gidiyorum. Goran Bregović’in “Death” [2] ezgisi eşliğinde okuyorum saatlerce. Dediler ki, Rilke, Duino Ağıtları’nı on yılda yazmış. Bir on yıl daha yaşamak ne zor geliyor, bir bilseniz.

Kendimi iyice kendime vermişim şu sıra. Dedim bu nasıl bir yüktür bırak artık onu! Bırakmadı. Bırakırsam kabuslar başlayacaktı. Sizin gibi bırakamadım kabuslarım olduğu anda yine kendime sardım. İnsan kendisine bile alışabiliyor inanabiliyor musun? Bu alışkanlık ne meret bir şey. Yaşamak gibi. Olmayınca yadırgamak gibi. Hani tıpkı evden çıkarken o kapının kulpunu tutup çıkacağını bilmek gibi ve kapının kulpu artık olmayınca nasıl çıkacağını bilmemek gibi... Anneme o yüzden balkonu kullanayım dedim, doğarken bıraktığım kanatlarımı vermedi. Nasıl olacak diyorum o zaman! Kimse bundan söz etmiyor! İnsan bilmeyince ne yapar, ben bu hali bilmiyorum, bu halle ne yapılır bilmiyorum. Kimse bana bundan söz etmiyor! Herkes iyiden güzelden söz edebiliyor da kimse bu halin anlatımına bile girişmiyor.

Diyorum kendimsizlik kedisizlik gibi bir şey. Alıp sarıp sarmaladığın, ellerinle beslediğin, kucağında uyutup okşadığında kimse bunların sana nasıl yapılacağını öğretmiyor, göstermiyordu. Şimdi kedi yok. Kedisiz ne yapılacak anlatan yok! Bende mi başkalarına sarayım kendimi şimdi. Bu çok anlamsız dostlar, insan hani kendi kendine yetebilmeliydi! Nasıl yaptığınızı anlatsanız şimdi. Hadi anlatın bana nasıl oluyor yaşamak. Kimse bunu anlatamıyor çünkü hiç kimse gerçekten yalnız kalmadı ki. Bu korkunç insanlığımız bize dayanamadı hiç bir zaman. Şimdi ben ölüyüm dediğimde “yaşaman lazım”ı ne kolay söylüyorsunuz? Ben boğuluyorum dediğimde yüzmeyi bilen hep siz oldunuz değil mi?

Kendimi kendimle bıraktım, şimdi bir ke-n-diye verdim aldı gitti. Kedimsiz ne yapacağım anlatan yok! Hayatımın sessiz harfleri çoğaldı yine. Zaten yirmi bir tanelerdi diyor biri, duyuyorum. Yirmi dokuz diye bağıranları hatırlatıyorum ona, sıkıysa yirmi bir taneyle yaşasana!




Sana söz veriyorum kendim, tren raylarının bittiği bir noktanın varlığını bilen ama sana söylemeyen bir ke-n-din olmayacak artık. “Senin ona sorduğun, kim görmüş ki tren raylarının bittiği noktayı” sorunu yanıtsız bırakmayacak. Sen artık gördüğünde “zaten biliyordum” demeyecek. Sevgili kendim, şimdi kolundaki saate bak ve o saatin bulunduğu kadranı üç bin, beş bin kez dönen bir akrep ve yelkovan hayal et! Ve şimdi o herkesin durgun dediği sularda boğulmayı sürdür. Bu dalgalar tren raylarına bile sarmış haberiniz yok. Tren raylarının lafı mı olur kıyısız okyanusumda. Kıyı yok, dağ yok, tepe yok, bir küçücük ada bile yok; ama dip çok! Esiyor rüzgar tüm hışımıyla tam da benim gözyaşı çukurlarıma. Siz o rüzgarı da biliyor ve tanıyorsunuz değil mi? Siz size ait olmayan her şeyden haberdarsınız zaten! Bir başkası boğulurken yüzmeyi bilen hep siz oldunuz! Yahu bakın diyorum gerçekten boğuluyorum siz bana diyorsunuz ki saatini kolundan çıkartma. Su geçirmeyen bir hayatım olsaydı “her şey naylondan” [3] olurdu ve sizin dediğiniz gibi saatle yüzebilirdim. Ama üzgünüm ki sevgili kendim ben su geçiriyorum. Şimdi tüm karalamalarım içimden akıyor ve dudaklarımdan ayak tabanlarıma kadar hızla aktığını hissediyorum her şeyin. Buz gibi bir sarsıntı. Titriyorum ve vucüdümdaki morartıları seyrediyorum. Acıyor diyorum. Canım o kadar acıyor ki! Siz duymuyorsunuz. Yüzmeyi biliyorsunuz yine. O kadar kendinizdesiniz. Ben ki o kadar kendim-sizim.

Birileri geçen her şeyi yıkıyorum ve geriye ne kaldığına bakacağım dedi. Geride ben kaldım demek için çırpındım. Buradayım yahu dedim, siz okyanuslar üzerine çörek otu serperken... Annem yüz seksen dereceye getirirsen poaçaların çörek otlarına bir şey olmaz derdi. Ben bu okyanusta patlayan volkanları gördüm yine bana bir şey olmadı. Geriye kalan tek şeydim bunu kendime bile kabul ettiremedim. Sonra dedim kendim bile kendimi kabul etmiyorsam o zaman işte tam da bu okyanusta kendimsiz bir kıyı bulmalıyım. Sizin o kendinizi kabul edip de yanınızda götürdüğünüz kıyılarda ben ke-n-dimsiz kalmalıyım. İyice bakın etrafınıza siz neredesiniz? Gerçekten sizin yanınızda kalan sadece  siz misiniz? Kalabalık insan müsvetteleri olmadan bir hiçsiniz. Sonra bunu bile kabul etmeyip kabuslarınızı yadırgayın durun zavallılar. Kime ne söylüyorum ki!

İşte zavallı ben!

Ah şu depdebeli okyanusta bir kıyı bulsam zaten direk tırmanacağım düz duvarları olsa da... Tek farkla ki, kendimi bırakacağım... Kendini bırakırsan kapılara gereksinim duymazsın; yüzme bilmek zorunda değilsindir; kanatlar mı, geçelim dostlar, kaplumbağalar da ölebilir; tren raylarının bittiği noktada dümen sağa kırılacak bu belli!

Herkes kendi rayından çıkacak!

Hayat bu raylarda daha fazla süremez artık! Üzerinize çörek otu serpmişlerle annelerinize gidin ve size yüz seksen derecelik fırını anlatsın. Sonra onlar volkanlardan aşağıya akan lavların üzerinde  bir iki beni anımsasınlar. Ama rica ediyorum şu saatlerinizi çöpe atın. Bir ben takayım koluma onu da bana sorun, madem bu kadar takmamı istiyorsunuz, bi işe yarayayım diyorum ha!


İnsan kendini sarıp sarmalayıp tortop edip hep bir başkasına vurarak parçalıyor. Duvar olsa parçalanırdı diyorum bazen ama bu bir başkası. “Başkaları cehennemdir” [4]  ve “Ben bir başkasıdır.” [5]  Kendinize vurun, kendinize çarpın lütfen kendinizi. Kendinizden korkun sadece. İnsanlığımız tüm insanlığa zararlı birer virüs gibi. Korksun herkes kendinden... İhtiyaçlarından, saplantılarından, sevgisizliğin içinde boğulmuşluğuyla tüm sevgileri alaşağı etmişliğinden, ürkün aynaya bakınca!  Yüzünüzdeki gözyaşı çukurlarını görün. Morarmış bedeniniz size sizi anlatacak hele bir dinleyin. Bağırarak uyandığınız kabuslarınız gün boyu sizi izliyor, tüm bu görmek istemediğiniz yaşama telaşınıza tükürüyor. Sonra bir başka kabusta görüşmek üzere diyerek sizi bir fil gibi yere seriyor! “Aşk beni bir fil gibi yere serdi” [6]  diyor Alex. Belki de sadece hala hayalleri olan birine sarılmayı istemişti tüm hayalsizliğiyle. İşte anahtar cümle bu! Hayalsizliğimiz. Yaşamımızın boktanlığı. Mutsuzluğumuz. Kırıklarımız. Hepsi hepsi bu kadar göz önündeyken bunları elimizin tersiyle itip başkalarınınkine çöreklenme isteğimiz. Biz ki bunların hepsini ama hepsini hak eden bireyleriz. O hayal ediyorum diyen bile aslında sadece kendini kandırıyor bu hayatta. Herkes karstik şekillerdeki kayaklıkların birer kıyı olduğuna inanmış. Diyorum size yüzmeyi o kayalara tırmanırken bildiğinizi mi sandınız. Şimdi kayalar tuzlarını bırakacak ve yahu kaya bile eriyecek! Siz nasıl dayanabilirsiniz ki daha fazla yaşamaya!

Herkes bir ezber tutturmuş gidiyor. Herkes yaşamayı ezberlemiş ve hayatını sürdürüyor. İnsanların ezberleriyle mi muhatap olduğumuzu anlama zamanımız çoktan geçmedi mi! Yaşamayı ezberlemişler. Kapı kulplarının hep orada olacağını düşünmüşler. Hep başkalarının orada bir yerlerde olacağını... Kendinizi ve yaşadığınızı şimdi şu anda aldığınız nefesin bile ne kadar derine inip sizi doyuracağına sadece siz karar verebilirsiniz. İzin vermeyin ezber listelerine. Şimdi herkes evindeki kullanma klavuzlarını çöpe atsın. Baksanıza annem diyorum yahu, yüzsen derece diyor kadın bana hala! Volkan diyorum. Volkanik patlamalar gördüm ben anne diyorum. Hangi klavuzda yazıyor anlatsanıza bu volkanlar! Ölü bir beden nasıl yaşıyor şimdi sizin okyanusunuzda bir anlatsanıza klavuzunuzda yazmayanları!

Ama bakın yine vazgeçiyorum, böyle yaşanmaz biliyorsunuz. Diyorum ya, ah şu depdebeli okyanuslarda bir kıyı bulsam zaten direk tırmanacağım düz duvarları olsa da... Hayat tüm yanlışlığına rağmen gerçeğim olacak yine. Tek farkı artık ben olmayacağım. Kendimi geri planda bırakmalıyım eskisi gibi... Şimdi hayatımın merkezinde ben varım ve hiç ama hiç güzel değilim. Birlikte yapamıyorum kendimle.

Bazen düşünüyorum biz ne kozaların canını aldık. Ellerimin arasında hem de hiç düşünmeden. Hayatında sadece bir kez  birini öldürmüşler -ki siz onu belki de çok kez yaptınız - işte bu yüzden sadece yaşamalılar. Belki “ölü ya da diri [7]  , sadece yaşamalılar. Sadece kendi istediğim bir şey olduğu söz konusu değil bak yine. Kendimi bir şey isteyemecek kadar anlamsız ve güçsüz, söz hakkı sahibi bile görmüyorum hayatımda, bunları düşündükçe deli oluyorum sonra. Hayatımın merkezinde hiç ben olmadım. Baksana şimdi kaldım kendimle, elime ayağıma dolaşıyorum. Boğuyorum, kendimi... Herkesi! Ne hakkım var buna! Ama ben diyorum, o herkese soruyorum. Anlatın bana yahu diyorum nasıl olacak şimdi. Hani sizin hep durduğunuzu söylediğiniz yerdeyim ben, anlatın diyorum. Ses yok... Klavuzlara sarılıyorlar yahu klavuzlara, offf!

Evet, hep böyleydi hep yadsıdık... Hep... hep.... Kimse kendindeki yetisizliği ve güçsüzlüğü ve o nefret ettiği her şeyin kendinde oluşunu kabul etmedi! İhtiyaçlarımız var, zaaflarımız var. Bir sürü anlam, açıklama getirmeye çalıştığımız dürtülerimiz var. Kabusuyla bile geçinemiyor ki insanlar, onlar kendileriyle geçinemiyorlar ki...
 Her şeye rağmen, insanlar nasıl çabalar harcıyorlar ya nasıl!
Hadi kabul ettin yaşamayı, ulan bas bas bağırıyorlar öleceksin bir gün diye, sen hala dur şunu da yapayım bunu da yapayım... Eriyip gidecek kayaları kıyı belleyip bir iki konaklayayım! Ölürken bile aklında şunu yapmamıştımlar olacak!

 Bir kabulleniş:

Ah, doyumsuz aptal insanlığımız... Doyumsuz ben!







 [1]  Rilke, Duino Ağıtları
[2] Arizona Dream sountrack
[3] Turgut Uyar, Geyikli gece
[4]  Sartre
[5] Rimbaud  
[6] Arizona Dream, Emir Kusturica
[7] Bon Jovi - Wanted Dead Or Alive


7 yorum:

  1. okurken yoruldunuz mu? ben yazarken yoruldum, şimdi bir daha düşün, çok mu?

    YanıtlaSil
  2. Tavsiyemdir.Adına bakıp da müzikle ilgili çok şeyler düşünmeyin yazdığınla ilgili bir çok şey var içinde ;)

    YanıtlaSil
  3. için üslubuna o kadar güzel dökülmüş ki...

    YanıtlaSil
  4. @kali:teşekkür ederim...
    @electrosm: çok hem de...

    YanıtlaSil
  5. Bir solukta yordu.
    İnsan bu kadar uzun yazılar okuyunca gözleri acıyor.

    Yok mu acımadan okuma kılavuzu?

    YanıtlaSil
  6. Acımadan okuma kılavuzu.. Sonuna kadar gelmeseydin diyeceğim ama gelmişsin, acımadan okumak günümüzde Grange vb kitapları için gayet uygun bir tabir. Bir solukta, acımadan:)

    YanıtlaSil
  7. Grange dendiği zaman aklıma nedense hep üzüm gelir. Ama güzel ve yeşil olanı değil. Öyle kara kara, adamın içini bulanıklaştıran cinsten olanı gelir gözümün önüne.

    Suç bizde. Öyle büyük büyük adamları okursak, tabii ki körleşiriz ;)

    YanıtlaSil