20101210

Hangi trendi bu beni getiren

        Trenden indim. Hızlı adımlarla yol alıyordum. Ben gidiyordum ama yaklaşıyordum sanki. Yaklaşıyordum olduğum yerden daha başka bir yere. Bulunduğum yerde bırakamadıklarım benimle geliyordu. Ben istiyordum onları. Hal bu ya, uzaklaşarak geliyorlardı. Düşünsene kamerayı geriye doğru yavaşça hareket ettirdiğin hızda nesneye de aynı hızla zoom yaparsan elde ettiğin görüntüyü. İşte öyle bir şeydi benimkisi...

        Gittim sonra -oraya. Biz onunla hiç aynı havayı solumamış gibiydik. Hep bir sonsuzluk vardı. Yaşadığımız yerde biz kendimize yakındık uzundur, şimdi ise birbirimize yakındık. Başlangıçta anlattığım kamera çekimini her an yaşıyor. Kendimizden uzaklaştıkça birbirimize yakınlaşıyorduk bu kez. Neyin nasıl olduğunu bilmenin önemi yoktu. Her nasılsa bizim kabul ettiğimiz şekilde var olmaya devam edecekti. Karşımızdakinin varlığını bilmek güzel gibiydi şimdilik, bir de fırsat varken aynı yerde olabilmeyi çoğaltmak.

       Bir koridor düşünün, dar ve kalabalık. On kişi vardı ve inanın çok kalabalıklardı. Ankara'nın tüm sokaklarında yüzlerce insana kalabalık olduğu için bazen inanılmaz bir coşkuyla katlanıp bazen de kötücül bir olumlanamazlıkla nefret eden ben, on kişiyi bile çok kalabalık bulmuştum. Onun etrafındaki her insana kim olduklarını merak ederek, soru soran gözlerle bakıp bunu cümlelere dökmesini seyrettim önce. Bana yaklaştıkça gözlerimi kaçırmak istedim. Merak dolu bakışlarının hedefi olmaktan kaçmak istedim. Ama orada olmak, aslında çok da fazla kaçamamak demekti. Sorular benimle birlikte orada bulunan arkadaşıma yöneldiğinde onun sadece benimle birlikte geldiğini belirttim, ondan önce atılarak. Bana baktı sonra küçük bir gülümsemeyle, kimseye sormadığı bir soru sordu. Soruyu kimse duymadı, bundan emindim. Ben duymuştum ve verdiğim cevaptan sonra, bir an bu kez ne söylediğini hatırlamadığım bir şeyler söyledi. Kendi sesimi bile yabancılamış olmama şaşırmaktaydım o an, cevap vermiştim ama o ses benim miydi? Belki de boğazıma yapışan bir şeyler vardı da ben onlardan arınmalıydım tanımak için. Hiçbir şey yapmadım. O konuşmaya devam ediyordu, ne söylediğini cümle olarak anlamasam da, kelime kelime duyuyor gibiydim. Dudaklarına ve gözlerine bakıyordum. Onunla aynı anda konuştuğumu hissedercesine kelimelerini sanki ben söylüyor, kendi sesimi duyuyor ve yine yabancılıyormuş gibi hissediyordum... “Akşam” “Neden?” “Beklemiyorsan” “Sen” Ne zaman?” “Sessiz” Dikkatlice dinliyordum bizi. Ama sanki sadece dinlemem yetmeyecekmiş gibi bir an durdu. “?” . Soru işaretini bir hışımla çıkardı o dudaklar... Bir an irkildim. O an, bana zoom yapan kamerayı elimin tersiyle yere indirebilirdim, ama yapmadım, elimi tuttu, çekti beni içeri. O, on kişi kaldı arkamızda. Dönüp bakmadım kimseye, halbuki en iyi arkadaşım da oradaydı, ama o beni anlardı, sessiz kalsam iyiydi. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama bileğimden tuttuğu ellerini seyrediyordum hayranlıkla. O ise hızlı adımlarla benim önümden, beni de çekerek yol alıyordu koridorda. Çektiği bileğimi, avucunun ısısıyla her geçen saniye daha sıkı sarıyormuş gibi hissediyordum. Isısıyla sarıyordu beni. Durdum bir anda. Ben durunca avcundan kaydı bileğim, demek ki o kadar da sıkı tutmuyormuş dedim. Kim ısıtıyordu öyleyse bizi? Ben mi?... Koridor bitmişti, gidilecek bir oda yoktu, niye vardı ki o zaman kordior, alınacak yol da kalmamıştı. “Bitti.” Dedim. “Bu kadar mı?” dedi. Onunki bu kez benim sesim değildi. Doğruladım...Anlar geçti...


         Tam da kapı girişinde duran ben, aslında o kadar da yol almadığımızın kanıtı ve çaprazımda duran arkadaşım ona bakıyorduk. Bir anda bakışımızdan rahatsız olmuş olmalı, koşar adım bizden uzaklaştı. Adımları çok hızlıydı yanımdan nasıl geçtiğini bir an bilemedim. Gülümsemediğini biliyordum, çünkü ben de gülümsemiyordum. Geri döndü ve çok yakın olarak çapraz arkamda durdu. Arkamı dönemiyordum. Arkadaşımın gözünün içine bakıyor ve nefes almak istiyordum. Nefes alıyor muydum? Bileğim yanıyordu. Sonra döndüğümde gülümsediğini fark ettim ama bana değildi. “Burada başlayacak bir şeyler var değil mi” dedi. Ben de artık o on kişiden kimseyi ortalıkta göremediğim için birilerini bulup bize yardımcı olmalarını isteyecek gözlerle baktım etrafıma  ki, “Yardıma ihtiyacımız var mı?” dedi. Cevap veremedim, her şeyin öylece kalması gerekiyordu, bizimde kendimizde.

      İçeriye geçtik, tüm o görmediğim kalabalıkların arasına. İkinci sıraydı tabii ki benim yerim. Üstelik önümüzdeki sandalyeler boştu. Sanki daha fazla kişi orada olacak gibi, bir dolu sandalye konmuştu ortalığa. Oturduk. Konuşmaya başladı birisi. Hepimiz onu pür dikkat izliyorduk. Bir an ona döndüm, aynı sıradaydık ve o benimle arasına bir beş kişi olmasını uygun görmüş gibi oturmuştu beş sandalye sonrasına. O çok kalabalık on kişinin yarısı... Bu bana başlığı olmayan bir yazıyı okumaya başlıyormuşum gibi hissettirdi. Kalan beş kişi aslında hiç yok muydu? Başlığı ben mi koyacaktım. Başlık olursa, o beş kişi de yok olur, sadece ikimiz mi kalırdık? "Bir başlık bulmalıyız", dedim hızla, konuşan kişinin cümlesine noktayı koyduğu anda. Herkes hep bir ağızdan onayladı. Ona baktım. O, bana bakarak ama aslında herkesle konuşarak cümleler söyledi, ben yine kelime duymaya başlamıştım. Ses yine benim sesim gibiydi. “Doğru” “Yalnız” “His” “Çok” “Biz”... Sessizlik olmuştu, bakışları “noktaydı bu” diyordu. Herkes onayladı, bir ben kaldım öylece. Benim anlamam diğerlerininse kaybolması gerekiyordu, olmadı. Yine yüzümüze kendimiz yapışmıştık... "Başka insanlar sıkıntısı” dedim. Başlık buydu. Çok belirgin. Konuşan kişiler bir şeylerin sıkıntısını alıp içine çekiyordu şu an, bense onu... Başlığa uyuyorduk güya, her şey doğruysa ben neden rahatsızdım?

      Yanımda oturan arkadaşım, o an geçen kırk beş dakikayı ve benim arkadaşım olması dolayısıyla orada bulunmanın anlamsızlığını hissetti bir an, eve dönmek üzere ayağa kalktı. Arkadaşımın kalktığı ve diğerlerinin tüm sıkıntılarından bahsettiği an aynı andı. Arkadaşımın ardından baktım ve ona yüzümü geri çevirdiğimde, "Napcaz şimdi" der gibi baktı aramızda kalan ve kimsenin kalmadığı beş kişilik boşluğa. Üzüldüm. Sadece üzgündüm, hem de konuşan kişiye bakarak üzüldüm... Konuşan kişi bana baktı, üzüleceğim bir şey söylememişti halbuki. Yaptığımdan utanarak bir an evvel yüzümü yere çevirdim, suçlu gibiydim. Beni suçlu yapmıştı o soru. “Sorularla ilerleyelim” dedi biri. Benimse soracak bir şeyim yoktu… Herkes çok meraklıydı. Cevap vermekten daha mı kolaydı soru sormak? Neden herkese konuş dediğimizde bu kadar çok çıkmıyordu sesleri. Sonra, onun  o gün bana onu gördüğüm andan beri sadece soru sorduğunu hissettim. Bileklerim yine yanmaya başladı. Sorun bileklerim. “Sorun benim ve bu değişmeyecek” dedim yine konuşan kişinin tam da noktasından sonra. Herkes onaylayan bakışlarını yöneltiyordu bana. İşte o anda herkes, bir sır uzaklaştı sanki, hani o kamera gibi ve ben yine kendime yaklaşıyordum. Ona baktım. Kalkmıştı yerinden. Kapıya doğru gidiyordu. Bir eliyle diğer bileğini ovuyordu. Canı yanıyormuş gibiydi, sıcak mıydı, hissetmek istedim o an, ama olmazdı. Kalkamazdım yerimden, sorun bendim.

     Saatine bakıyormuş, ben inanmadım ama “saat kaç” dedi ona bakarak biri, o da ovduğunu sandığım avcunun içinde olan bileğini yeniden yukarı kaldırıp söyledi. Ben “sabah” diye geçirdim içimden, şu an saat sabah olmalı, bu kadar kötü şey başka bir zamana yakışmazdı. Herkes yavaşça toparlanmaya başladı. Çıkıp gittiler sessizce. Tüm sandalyeler bomboş kalmıştı, o on kişi yok olmuştu ve onla aramda yine kendim kalmıştım. O da gitmişti. Sorun bendim. Çıktım ben de yol alıyordum, ama yine yaklaşıyordum sanki. Her şeyi ardımda bırakırken ben yine onunla geliyordum. Çıktık ama içimizden hızlı adımlarla, hangi trendi bu beni getiren, sordum kendime, işte şimdi altımızda kalsaydı ya... Söyleyin de söylesin hangi tren?







1 yorum: