Gerçeklik adına gerçekliğin reddi:
Kumun Altında(2000)
(Under The Sand - Sous le sable )
(Under The Sand - Sous le sable )
Yönetmen/ Senarist: François Ozon
Oyuncular: Charlotte Rampling, Marie Drillon, Bruno Cremer
“Sitcom”, “Havuz”, “8 Kadın”, “5x2” "Kumun Altında" “Angel” filmleriyle uluslararası arenada haklı bir üne kavuşan François Ozon, ölüm üçlemesi adını verdiği serinin ilk filmidir Kumun Altında. Yönetmenin Veda vakti adlı bu üçlemenin 2. filmini bu filmden daha önce izledim. Toplamda beş filmini izlemiş olduğum Ozon’un, “auteur” kuramını konuşturduğu “kamera-yazar” statüsünü bu filmde de oldukça başarılı bir şekilde yansıttığına inanıyorum. "Sessizlik”in konuştuğu filmlerinde, repliklerin eksikliğini kapatan muhteşem oyuncu seçimleriyle karşımıza çıkmıştır yönetmen denilebilir.
Bu yazıyı yazmadan önce yaptığım araştırma sonucu yönetmenin tarzının Bunuel esinli olduğu ve onun çizgisinden kendine has bir yolda devam ettiğini öğrendim. Bu sanırım bu yönetmenin neden tüm filmlerini izlemek isteği duyduğumu gayet iyi açıklıyor. Bunuel esinli dendiğinde akla “gerçeküstücülük” geliyor, fakat Ozon’da bunun biraz daha farklı bir yansımasını görüyoruz. Gerçeküstücü film ögelerini yine elinden geldiğince yoğun anlatımlarla kullansa da, daha çok “gerçeğe yaklaşmaktan kaçan” ya da bi o denli “yakın olmak için gerçeküstü çaba sarfederek yaşamaya çalışan” insanların oluşturduğu senaryolarıyla akılda kalıcı nitelikte filmler sunuyor Ozon bize. İzlediğim diğer filmlerinden de ilham alarak şunu söyleyebilirim ki, “sürekli bir red hali” var bu yönetmenin pek çok filminde...
Kumun Altında adlı filmi üçüncü filmidir Ozon'un, “İlk filmlerimde kendi yaşantımı dile getiriyordum. Sağa sola saldıran bir halleri vardı. Sanırım artık, tahrip etkisi daha az olan filmler yapmaya başladım. Başka hayatlara da uzanabiliyorum şimdi” demiştir. "Tahrip etkisi daha az olan filmler yapmaya başladım" demesi bence yanlış, her zaman kendi hayatımız bizim tahrip etmez çünkü, ayrıca bu filmler gerçekten başka türlü bir tahrip zaten, diyip notumu da düşeyim.
Kumun Altında filmi, görünüşte kocasını kaybetmiş bir kadının trajik portresini sergiliyorsa da, aklını yitirmeye doğru sürüklenen kadının marazi tutkuları ve fantazilerini konu alır. 25 yıldır evli olan profesör Marie (Charlotte Rampling) ve Jean (Bruno Cremer) orta sınıf mütevazı yaşamlarından memnun, huzurlu bir çifttir. Her yıl yaptıkları gibi, tatillerini geçirmek üzere batı Fransa kıyılarındaki yazlık evlerine doğru yola çıkarlar. Jean yüzmeye gider. Sahilde uyumakta olan Marie saatler sonra uyandığında, kocasının denizden dönmemesi üzerine cankurtaranlardan yardım ister, tüm araştırmalara rağmen Jean’ın izine rastlanmaz. İşte bu noktadan sonra Jean ile ilgili “gerçeklerin reddi” başlar. Öyle bir ruh haline bürünür ki kadın bazen izleyiciyi bile “ölmemiş olabilir mi!” sorusu üzerine yöneltir.
Gerçek olana yaklaşmamak adına, kocasının eşgaline uyan bir ceset bulunur ancak Marie, onun Jean olduğuna inanmaz. Çevresindeki dostlarının çabaları sayesinde, kendisini duygusal ve cinsel anlamda başka bir dünyaya sürükleyecek çekici bir erkek olan Vincent (Jacques Nolot) ile birlikte olmaya başlar. Ancak, Marie’nin kafasında hala kocasını aldattığı düşüncesi ve onunla hala var olduğunu düşündüğü bir ilişkinin şizofrenik halleriyle izleyiciyi bu acıya ortak eder. Kocasının öldüğüne dair pek çok ipucunu görmezden gelen ve mutlu olmayı değil, sadece biraz daha kocasıyla olmayı arzuladığı hayatın kollarına koşarken son bulur film. Hayır filmdeki her şeyi anlatmadım, öyle bir yanılgınız olmasın...
Bu şekilde trajediyi yaşayan güzel kadının, çıldırma sürecinde, izleyiciye ölümün gerçekliğinde boğulmayı reddeden bir insanla birlikte hayata bakma imkanı veriyor yönetmen.
Senaryoda da imzası bulunan François Ozon, konuyu çocukluğunda duyduğu ve bir adamın denizde kaybolmasını konu alan hatıralarından yola çıkarak oluşturmuş. Ardından da konu hakkında uzmanlarla ve sevdiklerini kaybeden kişiler ile görüşmeler yaparak detayları incelemiş ve o iç dünyayı bu filmle oldukça iyi resmetmiştir...
(Le Temps Qui Reste)
Yönetmen / Senarist: François Ozon
Oyuncular:
Melvil Poupaud,
Jeanne Moreau,
Valeria Bruni Tedeschi
Yasama veda üzerine bir film...
Ölüm kapıyı çalınca ölümün tetiklediği “dürüstlük” üzerine benzerine az rastlanır bir öykülemeyle beyazperdeye taşınan “Veda Vakti (Le Temps Qui Reste)”, yine auteur kuramını konuşturduğu François Ozon sinemasının ölüm üçlemesinin ikinci filmidir. Bbu filmde ana temayı oluşturan "bir erkek melodramı", insanın kendi ölümüyle başa çıkması üzerine kurgulanmıştır.
Daha önce "Kumun Altında" ile Ölüm üzerine bir film daha yapan Yönetmen François Ozon, "Veda Vakti"ni hangi sebepten çektiğini şu cümlelerle dile getiriyor:
"Her şey Ölüm üzerine bir üçleme yapma fikri ile başladı. Üçleme, sevilen birinin Ölümü ile başa çıkmayı anlatan ve “gözyaşının olmadığı bir melodram” olan "Kumun Altında" ile başladı. "Veda Vakti", kendi Ölümünle yüzleşmekle ilgili daha çok. Üçlemenin son halkası ise bir çocuğun Ölümü üzerine olacak." demişti. Bu cümleyi söyledikten ve benim bu yazıyı yazdığımdan tam 4 sene sonra (2009 yılında) The Refuge filmini çekti..
"Kumun Altında"da Jean'ın Öldüğünden emin olamıyordunuz. Öldüğünü kabul etmek de mümkündü, inkar etmek de. "Veda Vakti"nde Ölüm kat'i, tartışmasız bir gerçek. Romain'in hayatta kalma olasılığı ile ilgili olarak hiçbir şüpheye yer bırakmak istemedim. Bu yüzden tedavisi mümkün olmayan bir kanser türünü seçtim. Karakterin bu denli genç olması hastalığı daha da zalim kılıyor. "Kumun Altında"nın aksine "Veda Vakti"nde soru işaretlerine yer yok. "Kumun Altında"da ne Jean'ın boğulduğunu görüyordunuz ne de daha sonra ceset ile karşılaşıyordunuz. "Veda Vakti"nde ise ben Ölmekte olan bir bedeni göstermek istedim. Romain'in Ölüme olan yolculuğuna eşlik etmek, onun geçtiği evrelerden geçmek istedim.” diyen yönetmen tam da bu anlattıklarını gerçekleştirdiği bir film koymuştur ortaya.
2005 Valladolid Gümüş Başak En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen filmin başrol oyuncusu Melvil Poupaud, üstün cesaret gerektiren sahnelere sahip filmde, bizi de içine çeken ve pek çok kereler şaşkınlık yaratan karelerle baş başa bırakıyor. Romain’in cinsel tercihinin erkeklerden yana olması filmde ayrı bir farklı noktayı doğuruyor, bir erkeğin gözünden izlediğimiz arzu yoğunluğunu, ölümün soğukluğu ile birleştirmeyi isteyen Ozon, yapmış yine yapacağını dedirtiyor.
Filmin konusundan biraz bahsetmek gerekirse, kendisinden başka bir şeyi önemsemeyen Romain, genç bir moda fotoğrafçısıdır. Ailesi ile ilişkisi mesafelidir, hemcinsi olan sevgilisi Sasha ile ilişkileri yolunda gitmemektedir. Romain’in hayatı fotoğraf çekimleri sırasında geçirdiği bir baygınlıkla alt üst olur. Genç adam tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandığını ve önünde yaşayacak sadece birkaç ayı olduğunu öğrenir. Ölümü üzerine doktoruyla yaptığı konuşmalar, bana biraz Nietzsche’nin söylediği o “Ölüm benim Ölümüm ve bilmeliyim her şeyi!” havasını verdi diyebilirim.
Tedaviyi reddeden Romain, bizleri "ben olsam ne yapardım" sorusunu sormaya ister istemez itiyor. Zaten her kim ki nerede bir ölüm sözünü açsa yaptığımız gibi oluyor tüm bunlar... Yönetmen, filmdeki Romain karakterine “inkar etmek” senaryosunu yazarken, bizleri de bir isyana teşvik ettiği inancındayım. Ölümü beklemeyi seçen Romain, herkese veda amacıyla bir bir uzaklaşmayı tercih ederek, iç dünyasına uzanan bir yolculuğa çıkıyor. Romain adım adım Ölüme yaklaşırken kendisi ile hesaplaşıyor ve o ilk başlarda tanıdığımız asi adam dünya ile barış imzalıyor...
Bu süreçte hayatında en çok değer verdiği büyükannesiyle görüşen Romain, hayatın aslında çocukluğumuzun bir uzantısı olduğu kabulünü yeniden bize hatırlatıyor bu yolla yönetmen. Romain’i sık sık çocukluğuna götürerek ailesine yakın-uzak olmasının sebepleri üzerine bizleri bir serüvene davet ediyor. Aslında çok kızdığımız insanlar en sevdiklerimiz, hep uzak olduklarımız bize en yakında durmak isteyenler olduklarının çıkarımını da yapmamıza fırsat veriyor.
Romain’in Ölüm acısını paylaşmak için, yalnızca kendisini anlayacak olanın Ölüme en yakın duran insan yani büyükannesi (Jeanne Moreau) olduğunu düşünmesi ve onunla yaptığı konuşmalar da filmin ayrı bir etkileyici bölümüdür denilebilir.
Romain’in hayatında kendi adına yoluna koyduğu ama etrafındaki insanları altüst eder gibi görünen tavırları aslında –kendince- onlar için yapılmış büyük bir iyilikten öte değildir. Ölümün, bu soğukkanlı tavırları korumasına yol açması, etrafında tanıdığı insanlara uzaklaşırken, hiç tanımadıklarına da yakın olmasını sağlayarak anlatır yönetmen. Gelecekte öleceğini bilerek son günlerini yaşama hakkı verilmiş olan bir adamın ardından yeniden dünyaya gelecek belki de “kıvırcık saçlı” bir başka çocuk içinde de umudunu barındırmaktadır film. Ve o çocuk, bizi Ölümün o içine çektiği karamsarlık havasını tümüyle alıp götürerek mavi engin denizlere orada olduğunu bilmek üzere bırakıp, Romain’e “Veda Vakti”nin geldiğini anımsatır..
Her şeye rağmen kesinlik odur ki, bu film size "Ölüm" kelimesinin baş harfini büyük yazdırır...
François Ozon, ölüm üçlemesini, geçen sene(2009) çektiği The Refuge filmiyle tamamlamıştır. Bu yazıları seneler öncesinden alıp temize çekerken, bu filmi henüz izleme fırsatı bulamadığımı fark ettim, ... En kısa sürede izlediğimde ayrıca yazısını yazmak isterim, iyi seyirler.
Yasemin Şahin
Not: Bu yazı bir vakit İnfo Ankara gazetesinde de yayınlanmıştır.
ah yandım !
YanıtlaSil