20100113

Tam da otobüsün uzunca süre durduğu bir molada…






Tam da otobüsün uzunca süre durduğu bir molada…


Tüm otobüs molaları bana çok uzun gelir. Yalnız yolculuk yapıyorsam hele bitmek bilmez. Havanın sıcak ya da soğuk, gidilen yerin sevilesi ya da sevilmeyesi olduğu hiç önemli değildir. Gecesi gündüzü belki durumu biraz değiştirebilir ama işte gündüzleri yolculuk yapmayı daha çok sevdiğim için nadirdir gece molaların anısı zihnimde.

İşte yine o uzun molalardan birinde duran otobüsün kendi koltuğum olanına oturdum. Hani pek bir sahiplenir ya kişiler yolculuk yaptıkları koltukları…. İşte öyle..


Yolculuk etmek ilginçtir. Bir bavulun beni gidecek olduğumda heyecanlandırdığı gibi dönüşü yolunda ne kadar da ağır geldiğini çok iyi bilirim… Ayrıca kilometrelerce öteye her ne için gittiğini bilmediğin onlarca insanla birlikte, yan yana ya da bir koltuk ötede aynı saatleri paylaşmak üzere yol alırsın ya… Uzunca süre mimiklerini, hareketlerini izlediğimiz ama onların hayatlarına dair en ufak bir şey dahi bilmediğimiz onlarca insan.

Neyse mevzuuyu herhangi birinin kaleminden dökülecek cümlelerle uzatmayacağım.

Mola vererek yolculuk yapıyoruz bu güzel, molalar vererek çalışıyoruz, mola vererek sinemada film izliyoruz, maç yapıyoruz vs.. Tüm bunların içinde hayata mola veremiyor oluşumuz gerçekten acı! Kendimin mucidi değilim bunu biliyorum. Herhangi başka birinin de mucidi olmayacağım aşikâr. Yaşadığımız hayatı ise her yönüyle bilmek imkânsız. Biliyor olduğumuz şeyler başka bilmiyor olduklarımızı doğuruyor. Bazen çok sık yaşadığımız bu tavır şu ki “reddediyoruz.” Kendi hayatımızı belli bir noktadan sonra reddetmek istiyoruz. Saptığımız yanlış yol veya yanlış insan buna sebep olmuş olabiliyor. Bu doğal. İşte hayatımızın molası bu reddetmeyle / yadırgamayla başlıyor. Fakat tekrar devam etmek bazen aynı yolu geri dönmek veya başka yola sapmakla aynı anlamı doğurabiliyor.

Ben cümlelerimi çoğunlukla kendime bir şey söylemek üzere kurarım. Herhangi birine bir şey ima ettiğim falan yok. Hele yazıyorsam bir tür iç sesin açığa çıktığını ve beni dürttüğünü hissediyorum. Bana benzemeyen bir ses. Yazdıklarımın çoğunu hatırlamıyorum biri herhangi bir yazıma işaret ettiğinde açıp tekrar okumam gerekiyor. Ne bulduğunu görmek için. Bu hatırlamıyorumu bir dost da söylemişti geçen. Tam karşımda yüz ifademi görebileceği bir noktada değildim maalesef ama kafamı “evet, kesinlikle” manasında salladım usulca. Ama “katılıyorum, haklısın, aynı fikirdeyim” demeyi her zaman sevmem nedense…

İşte yine o ses. Bak yolculuk başladı ve ben aynı yolu devam ediyorum. Hani moladan sonra… Varmak istediğim nokta belli: Ankara. Ben nereye gidersem gideyim herhalde hep Ankara’ya dönmek isteyeceğim. Rota değişmedi, düşünce yolculuğu aynı seslere geri döndü. Ben kendi içimde kopuyorum hayattan o ayrı, ama otobüsün içerisinde de birtakım sesler işitilmiyor değil. Televizyon açık. Son birkaç senedir televizyon izlemeye 10 dakikadan fazla katlanamıyorum. Ekrana bakıyorum ama arada bir, bakmasam da duyacağım kadar yüksek sesi.. Bilmediğim, anlamadığım bir dil şu siyasetçilerin dili. Yapay ve para kokuyor. Hesap kitap işlerinden de siyaset kokuyor diye anlamam zaten. Siyasetçiler meclis denilen, halkın muhtıralara boğduğu meydanda sırayla konuşuyorlar. Hepsi de sıklıkla “kürt” kelimesi duyduğum onlarca cümle kuruyorlar. Açıyorlarmış! Bahsediyorlar ülke bütünlüğünden. Hepsi aynı şeyi söylüyor ama üzerilerine aldıkları “ideoloji” ler onları farklı şekilde anlamamızı, dinlerken eleştirmemizi, kızmamızı ya da sevmemizi vs sağlıyor işte. Ben de bu ülkenin bütününe yabancıyım zaten diyesim geliyor. Onlar bahsettikçe ben geriliyorum. Otobüste aralarında konuşan, canını çok sıktığı için cık cıklayan amcamlar mevcut. Arka koltuklara doğru da bir telefonda konuşması sesi işitiliyor. Hani telefon kullanmak yasak değil artık evet. Çok yüksek sesle konuşuyor ya da dilini anlamadığım için bana öyle geliyor. Nasıl bir gürültüdür bu… Kürtçe konuşuyor az buçuk bunu anlayabiliyorum. İnsan anlamadığı bir dili bu kadar yabancılar. Almanca konuşan insanları da hep kavga ederler sanırdım. Fransızca konuşanların aşk sözcüklerini fısıldadığını düşündüğüm gibi. Ferzan Özpetek filmleri izlediğimden beri iki Fransızca konuşan erkeğin de konuşmasını aşka yedirebiliyorum. Bir televizyona bakıyorum bir konuşan kişiye kulak kabartıyorum. Diyorum yahu siyaset yapıyor! İşte o telefonda konuşan Kürt adam siyaset yapıyordu ve mevzuu da kürt açımlıydı ve ülke bölünmez bir bütündü. Ben bunları yazdıkça kalemim birinin damarına basıyordu kalem benimle bir bütündü, damarına basılan ise bu ülkede ayrı bir bütündü. Ben o adamla aynı yolculuğu yapıyordum otobüs hepimizin bütünüydü. Aynı Ankara’ya gidiyorduk… Hayır, hayır o benim Ankara’m.

Karşı karşıya gelip iki kelime konuşmaya başladığımızda ayrıştığımız insanlar aynı dilde de konuşsak mevcut zaten diyorum ve unutuyorum. Bak şimdi, bir bebek ağlaması eşlik ediyor o telefonun sesine. Resmen sarıyor ortalığı, onu sakinleştiremeyen anne sıkıntı çekiyor resmen. İyi bir anne olmadığını düşünüyor, insanların öyle olduğunu düşünmesinden nefret ediyor gibi bir hali var. Diyorum bu bebeğin dilini kim çözecek, annenin suçu ne?

Bebek bir müddet sonra gülümsemeye başlıyor. Sanırım karşısında ona şaklabanlık yapacak beni arıyormuş. Bir iki güzel içten mimikle kahkahalar atmaya başlıyor. Ben yapmadım o istedi gülmeyi diyorum annesine teşekkür edince. Ağlamaktan sıkılmıştır belki ha?

Ben en son ne zaman ağladığımı çok iyi biliyorum. Çok yakın. Ama en son ne zaman güldüğümü anımsamıyorum. Çocuk olup ağladığımı da güldüğümü de unutasım var. Yahu tabii ki olmayacak, devam et hadi yolculuğa.

Kürt adam hala arkada ve konuşuyor. Bilmediğim dil iyice bilmediğim bir dil oluyor. Televizyonun sesini bastıracak bir bağırma duyuyorum. Diyorum lanet olsun bize siyaset yapma! Anlamıyorum her şekilde!

Bir müddet sonra çocuk uyuyor, televizyonu artık çok geç olduğu için kapatıyorlar, uyuyacak herkes. Telefonda Kürtçe konuşan adam bitirmiş konuşmasını. Neyse ki diyorum televizyonu mu bekledin! Dönüp yanındaki kadına yarı Türkçe yarı Kürtçe ama anladığım ve çevirdiğim ölçüde şunu söylüyor:

“Tamam, ağlamayı kes artık takma kafana o davarın söylediklerini, ben de konuştum, korkma, Ankara’ya gidecez, kocanın hakkından adalet gelecek.”

Tamam abi, tamam baba, peki amca oğlu falan gibi bir kafa sallama hayal ediyorum kadında yüzünü görmesem de… Ağladığını duyuyorum, bak bu benim dilim. Sonra bak bu aile gerçekten bir bütün diyorum.

İç sesim tüm bu yolculukta bilmediğim dilleri herkesin anlayacağı bir dile çevirdi şu vakit. Okudun ve anladın mı? Söyle gerçekten bu yazıdan bir şey anladın mı?

12 Kasım 2009

2 yorum:

  1. anladım, ben bile anladım :)

    ayrıntılar ve bütünler, varlar ve yoklarla örülü şahane bir yazıydı. tebrik ve eyv.

    YanıtlaSil
  2. Yazdığım günden beri bloguma atılmayı bekleyen bir yazıydı. Seven birinin çıkacağını düşünmemiştim bile.. Teşekkürler, anlamana sevindim:)

    YanıtlaSil