Ağzından köpükler boşalırken inceledi durdu etraftakileri. Sonra gözlerini bana çevirdi ve gülümsedi. Köpüklü bir ağızdan ben hiç gülücük almadım bugüne dek. Sinirlerim bertaraf oldu, kızdım kendime gülücüğe gülücükle cevap verdim diye. Gözlerim yaşardı sinirden önce. Ağzından köpükler boşaltanınki kadar kocaman oldu gözlerim, şimdi ben de onun kadar köpüklüydüm. Sonra yanımdan geçen başka birine döndüm ip cambazlığı yapıyordu belli ki, hatta bizi görünce ipini koparmış kaçıyordu. İşte dedim birisi daha burda. Ağzımdan köpükler akadururken gülümsedim ona. O da baktı bana nefret etti yaptığı şeyden. Benden, bizden. Kızdı kendine. Kızdığı anda köpürmeye başladı birdenbire. Tıpkı kuduz gibi bulaşıcı bir hastalığın insandan insana bulaştığını hayal edin. Köpükler savuran herkes bir başkasına da aynı şeyi yaşatıyor. Üstelik bunu yaşatması için ısırmak değil, sadece gülümsemek gerekiyor. Kuyu kazan bir adam gördü ip cambazı benden bakışlarını ayırınca. Kuyuyu öyle keyifle kazıyordu ki sanki içine bir taht oturtacakmışcasına. Kuyunun dibine dek geldi ip cambazı baktı içeriye usulca, ağzında yine o malum köpükler. Tam tahtını kurup oturacak olan adamın gözlerini yakaladı ve tabiki bırakmadı. Gülümsedi hınzır hınzır. Kuyu kazan adamın gülüşü yok oldu birden, kuyuyu kazarkenki aldığı keyfi unuttu. Boşalttı azğından köpüklerini. Hani bir tabir vardı ya pokerde miydi neydi 'gördüm elini'. İşte böyle bir şeydi tüm ağzı köpüklülerin serüveni. Kuyu kazarken, cambazlık yaparken, sinsi sinsi etrafı seyrededururken yakalanır hep birileri. Kendi gibi olanlar fark eder ancak bizimkileri. Sonra bir yakalanma kokulu sinililik havli yaşanır, boşalır gider ağızdan köpükleri. Onları fark etmek için onlar gibi davranmak gerekli. Fark etmek için bakarken onlar hakkında her şeyi bilmeli. Okumalı onların içini. Sonra da tam gözlerinin içine kusmalı hepsini. Sinirlenmeliler o an. Köpükler boşalır işte o zaman. Sonrası zincirleme gelir. Birbirlerini görmezden gelene dek bu süregelir. Sonra yine sen devreye girersin. Fark edersin, fark ettiğini onlara bir bir yedirirsin.
20080525
Fark edersen, fark ettiklerini bir bir yedirebilirsin
Ağzından köpükler boşalırken inceledi durdu etraftakileri. Sonra gözlerini bana çevirdi ve gülümsedi. Köpüklü bir ağızdan ben hiç gülücük almadım bugüne dek. Sinirlerim bertaraf oldu, kızdım kendime gülücüğe gülücükle cevap verdim diye. Gözlerim yaşardı sinirden önce. Ağzından köpükler boşaltanınki kadar kocaman oldu gözlerim, şimdi ben de onun kadar köpüklüydüm. Sonra yanımdan geçen başka birine döndüm ip cambazlığı yapıyordu belli ki, hatta bizi görünce ipini koparmış kaçıyordu. İşte dedim birisi daha burda. Ağzımdan köpükler akadururken gülümsedim ona. O da baktı bana nefret etti yaptığı şeyden. Benden, bizden. Kızdı kendine. Kızdığı anda köpürmeye başladı birdenbire. Tıpkı kuduz gibi bulaşıcı bir hastalığın insandan insana bulaştığını hayal edin. Köpükler savuran herkes bir başkasına da aynı şeyi yaşatıyor. Üstelik bunu yaşatması için ısırmak değil, sadece gülümsemek gerekiyor. Kuyu kazan bir adam gördü ip cambazı benden bakışlarını ayırınca. Kuyuyu öyle keyifle kazıyordu ki sanki içine bir taht oturtacakmışcasına. Kuyunun dibine dek geldi ip cambazı baktı içeriye usulca, ağzında yine o malum köpükler. Tam tahtını kurup oturacak olan adamın gözlerini yakaladı ve tabiki bırakmadı. Gülümsedi hınzır hınzır. Kuyu kazan adamın gülüşü yok oldu birden, kuyuyu kazarkenki aldığı keyfi unuttu. Boşalttı azğından köpüklerini. Hani bir tabir vardı ya pokerde miydi neydi 'gördüm elini'. İşte böyle bir şeydi tüm ağzı köpüklülerin serüveni. Kuyu kazarken, cambazlık yaparken, sinsi sinsi etrafı seyrededururken yakalanır hep birileri. Kendi gibi olanlar fark eder ancak bizimkileri. Sonra bir yakalanma kokulu sinililik havli yaşanır, boşalır gider ağızdan köpükleri. Onları fark etmek için onlar gibi davranmak gerekli. Fark etmek için bakarken onlar hakkında her şeyi bilmeli. Okumalı onların içini. Sonra da tam gözlerinin içine kusmalı hepsini. Sinirlenmeliler o an. Köpükler boşalır işte o zaman. Sonrası zincirleme gelir. Birbirlerini görmezden gelene dek bu süregelir. Sonra yine sen devreye girersin. Fark edersin, fark ettiğini onlara bir bir yedirirsin.
20080524

20080522
Kavramlar üzerine tartışırken ağzın gözün eğilmesi olayı
Huzur dediğimizin birazcık da ihtiyaç olduğunu varsayarsak, aslında ona giden yolların adresini bulmak çok da zor olmaz. Mesela karşıdakinin kırılacağını düşünmeden söze gelen pek çok sözcük bizi tabularımızı yıkmaya götürür. Kenarda kıyıda veya halının altında bulunan pek çok pislik gün yüzüne çıktıkça bir rahatlama gelir. Ama şunu kabul edelim ki her iki taraf da önce bi posta üzülür. O postayı postalamak yine bu iki kişinin görevidir. 'Tatlıya bağlamak' dediğimiz şey konuşarak, tartışarak, bağırmayarak elde edilir ya da bu cümleye 'reddetmeyerek' eklemek de doğru bir sözcük seçimidir.
tatlıya bağlamak = huzur = açık olmak =konuşmak, konuşmak, konuşmak....
ağzı gözü eğilen kişi
Tospağa.
20080517
O da ne?
-Siyah bir perde.
-K.çını göstermiş bi hatuna uygulanmış sansürün fotosu.
-Bip bip yaparak ordan oraya koşan deve kuşunun hazırladığı 1000TNT tuzaklarından biri.
anlayamadığın bir insan.
Ağzını açmış gök yüzüne bakıyor ve seni düşünüyor şu an.
Ama tabiki sen göremiyorsun an ve an.
Çünkü o bir kapalı kutu...
-Neden?
Çünkü sadece sorduğunda anlarsın.
Hep sorman lazım, hep takip etmen lazım.
Bekleme kendiliğinden gelişmesini.
Kendiliğinden o kutunun insana dönüşmesini.
Hani bu onun en büyük meziyeti ya.
Hani belki o böyle çok çok mutlu ya...
Hani kutu olduktan sonra insana benzemesi
çok zor bir de bunu anlasa ya...
20080515
patlamış mısır olasım var

geçenlerde masada yalnız otururken etrafın seslerinin cümbüşünü umursamazken -ki zaten duymak istesem de duymazken bir kez masanın üstündeki biranın çalkalandığını hissettim.
deprem?
-hayır.
yanına birisi oturdu ve o koca g.tüyle masayı yerinden oynattı?
-hayır, hayır.
elimden düşen patlamış mısır bardağa
kendini bırakmış öylece güvenle.
biraz da ben kafayı bulayım demiş.
-vay hain!
bardağa kendimi güvenle bırakıp ordan seyredesim var.
patlayıp patlayıp kendi içimde biriktirdiğim
o mısır tanesinden çok daha farklı bembeyaz
ve en önemlisi de 'patlamış' bir hale getirip
kendimi bira bardağına bırakasım var.
20080513
önce ben sonra siz

Geçen sene bu zamanlar neler yaptığını hatırlamak gibi anlık bir süre içinde 'şimdiki bu zamanlar' da geçiyor. Gelecek seneye bugünü anımsarken ondan önceki seneyi düşünüyordum demeyeceğim. Ama her yıl bir mayıs ayı bana beni anımsatan bir ay olarak kalacak.
Taktım bu ara aynalara. Kendime tuttukça insanların kendisine de tutmasını da istiyorum. Bunun için önce ben, sonra siz. Bunu çok ama çok iyi biliyorum!
Ben özeleştri yaparsam, siz de yapmaya başlarsınız. Ben kendimi parçalarsam ve deşiştirirsem, siz de yaparsınız. O yapıyor dersiniz. Ben de yapmalıyım belki dersiniz. Bugüne dek hep dediniz, inşallah şimdi de dersiniz.
Sözcüklere gücünü nefretten lokal yolla işleme süreci tamamlandı
Sözcüklere gücünü nefretten lokal yolla işleme süreci tamamlandı.
20080508
Ayak izleri,Yabancının gölgesi

Hiç bilmediğin bir yerde, tanımadığın insanlarla birarada olunca insanlardan önce mekanı incelersin. Sonra insanlara kayar gözün. Süzersin. Ama tek tek, detay detay. Ben ilk önce ayakkabısına baktım. Bakarım. Temiz veya kirli, eski veya yeni diye değil sadece baktım. Bakarım. Ve aslında gözler kadar ayna olan o ayakta takıldım kaldım. Yürümüyor, oturuyor oluşu ya da hareketli oluşubeni cezbetmedi belki ama aynı yerde 1 dk'dan fazla kalan ayaklara karşı ayrı bir ilgi duyuyorum. Duydum. Hele de baktığını görmesine rağmen, ayakları etki-tepki misali bir kıpırdanma göstermemişti ki. Rahattı. Hiç bilmediği bir ortamda, tanımadığı insanların arasında rahattı. Tedirginlik yansımamıştı vücuduna öyleyse içinde de yoktu.
Sonra ansızın birinin kalkışını gördüm kafamı çevirdim. Başka birisinin bakışı onu rahatsız etmişti. Ben değildim. Sonra tekrar döndüm o sakin, ruhsuz ayaklara... Tanıdık geldi bi an. Kafamı kaldırmadan az evvel gördüğümkü kadar yabancı değildi. Samimiydi. Hatta hareket etmeye başlamıştı. Yavaş, yavaş. Yine oturuyordu bu ayakların gövdesi belli. Bir noktaya kadar kafamı kaldırdım. Manzara şaşırtıcı idi. Göğüslerine dek görebildim. Daha yukarısı acı veriyor beni kasıyordu. Olmadı göremedim. Tekrar ayaklarına döndüm. Hareket hızlanmıştı. Sanki o da benimle birlikte kasılmıştı. Görmemi istiyordu belki de. Sonra bir yabancı yanaştı yanıma aynı yabancılıktaki ortamda. Ben ayakların sahibinin yüzüne bakmak isterken kaldırdı kafamı, yüzüne doğrultu yüzümü. Bu kez tedirgindim. Dedim hayır bu o ayakların sahibi değil. Ayakları kadar sakin değil yüzü bir hayli öfkeli, gergin. Eline aldığı aynayı tuttu yüzüme:
-Bak gör bu kadar yabancının içinde seyrettiğin ayakların sahibini. Acizsin sen. Kendin kendine yetemedin bak kendi yüzünü göremedin. O kadar yabancının arasına girmeden evvel yapman gerekeni yapmadın. Kendini tanıyamadın...
20080506
Sympathy for Lady Vengeance (2005)


Üzgünüm bu filmi normal kalıplar içerisinde anlatmayacağım. Gözlerimin önünde ben olsam aynısını yapardım diyeceğim bir kadın varken bunu yapmayacağım.
Koreli yönetmen Chan Wook Park filmidir diyoruz ve orda duruyoruz. Aslında filmi izlerken pek çok kez duraksıyoruz. Gözyaşı akıtıyoruz, nefret ediyoruz, soru işaretlerini birer birer siliyoruz.
Hatta bi durun…
Kin duyuyoruz.
Şiddeti savunur konuma geliyoruz.
Empati kurduğumuz anda eli bıçaklı insan biz olmak istiyoruz.
Chan Wook Park’ın intikam üçlemesinin son filmidir bu film. En az ilk ikisi kadar muhteşem bir duygusallıkla dolu nefretin sinema karelerine yansıtılmış şeklidir. Elinde bıçak dahi tutarken konduramadığımız bir kadının kendisini nasıl da birden bire namlunun aksi yönünde bulmuş olması önceleri şaşırtıcı da gelse muhteşem bir kurgu neticesi onun yerinde olmayı istememize sebep olmaktadır. Ya da bir çocuğu elleri bağlıyken nefes almamasını sağlayacak güçte bir yastık boğmacasına mahrum bırakmıştır anlamıyoruz. O denli içine alıyor film. İçine alıyor ve şiddet dolmuş damarlarımızı boşaltıp dışarı fırlatıyor.
Aslında Chan Wook Park’ın bir kadının gözünden anne-baba olmanın ne menem bir şey olduğunu anlatıyor olduğu gerçeği var filmde. Anne olduğu için katil(!) olan ya da anne olduğu için bir katilin yerine hapse giren ve yine anne olduğu için intikam duygusunu kızına anlatırken gözleri dolan hatta anne olduğu için tüm anne ve babaları anlayan bir kadını anlatır. Tüm bunları anne olan olmayan herkese bir zamanlar çocuktuk ve hatta hala çocuğuz ve bir annemiz var neticesiyle birleştirip yüzümüze bir bir çarpar.
Simsiyah kana bulanmış hayatın beyaz pastadan ümidi hala vardır. Çünkü beyaz pastada kana bulanmış hiçbir iz bulunamaz çünkü onların hepsi bir kovayla birlikte denize akıtılmış hatta yağmurla birlikte toprağa karışmış olabilir. Ama şu vardır ki o toprakla birlikte buharlaşıp gök yüzüne çıkan ve yağarken bizi neşelendiren bazen de hüzünlendiren kar da psta gibi o kanı barındırmaz. O tertemizdir. Hiç değilse beyazdır. Umut vaat eder… Hepsini içine almak için bekleyenin içine bir bir akar. Bu da yetmezse pastaya banan parmaklar sözü alır. Kızıyla birlikte yeniden doğar. Bir annedir o. Bizi de anne yapan bir filmdedir. Belki hatırlatan. Ama asla bir filmle bitmeyecek olan.
Michael Haneke dediğinin psikolojik savaşını/baskısını al, Takeshi Miike’ın kan gövdesini kondur sağa sola. Hatta Testere ve Otel filmlerindeki birkaç sahne arada bir canlansız gözünde. Tabi tüm bunların yanında da birkaç selpak mendil eksik etme. Al sana Sympathy of Lady Vengeance…
20080504
Yabancı-Albert Camus

Giriş:
Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız bir yazar ve filozoftur. Yabancı Camus’un, edebiyat alanında en önemli yapıtıdır. 1942 yılında yayınlanmıştır.
Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’un yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’
İtalyan yönetmen Luchino Visconti Yabancı`yı 1967`de sinemaya uyarladı, başrolünde Marcello Mastroianni oynuyordu.
Zeki Demirkubuz 2001`de Yabancı`yı Yazgı ismiyle sinemaya uyarladı. Kitapla çeşitli farklılıklar olsa da Musa karakteri Meursault`u çağrıştırmaktadır.
Gelişme:
Soğuk anlaşılmaz…
Sıra dışı sevilmeyen…
İstenmeyen…
İtici…
Rahatsız eden…
Tüm bu sıfatların yakıştırılmıştır Meursault’a. Kendisi için hiçbir anlam ifade etmeyen bu sıfatları red dahi etmemiş, olduğu gibi yaşamayı tercih eden biridir. Toplum bazında kabul görmeyen her davranışı için farklı bir sıfat ona layık görülmüş ve en sonunda “suçlu”da olmuştur.
Nedendir; çünkü o annesinin cenazesinde ağlamamış, üstüne bir de o gün bekçiye çay ikram edecek kadar vurdumduymaz tavırlar sergilemiştir. Herkesin bir an düşününce “kendi halinde” bir insandır ve o birini öldüremez dediği Meursault acımasız bir katil olup çıkıvermiştir.
Olağanın dışına çıktıkça toplumdan ayrılan ama hayatı yaşamayı “beklenen” değil, hissedilmeyeni aksettirmemek üzerine kurmuş olduğu hayatında, ona bir “yabancı” muamelesi yapılan, toplumun kısıtlamalarına maruz kalarak geçirdiği her dakika, kayıtlara geçip insanların dikkatini çekecek durumlar elde etmeme sebebiyet vermiştir.
Meursault, toplumsal normların görelilik denizinde dans ettiğini kabul etmiş ve kendisine göre olmayanların reddi öznellik saflarına “yabancı” görünmektedir.
Dans edenlerin sınırları kimi zaman bir cezaevi hücresinin duvarlarına yansımış, kimi zaman bir ziyaretçi odasında “insan seslerinin dört bir duvarı”nın eşliği ile aksetmiştir. O sevgilisinin gözlerinin içine bakarken gördüklerini; duydukları ile birleştirerek bize oldukça başarılı bir şekilde “içsel” olanla “dışarıya yansıyan” arasındaki farkı göstermiştir.
Bir rahibin onun yabancılığını yanlış yönlerde aramakta ve onu annesinin cenazesinde ağlamayan adam olmaktan uzaklaştıracak ve ölüm cezasının getireceği o karanlıklara(!) –hiç değilse- gözü kapalı gitmemesi için son çaresinin Tanrı’ya sığınmak olduğunu iddia ettiği konuşmalarda ; “Değil mi ki insan ölecekti, öyleyse, bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi” cümlesi ile ölümün kaçınılmazlığını ve bunu “güzelleştirmenin, anlam katmanın gereksizliğini” dile getirmiştir.
Sonuç:
Meursault’a göre ölüm bir yaşanılması gereken bir süreçse, her şeyi geride bırakmak isteniyorsa bırakmaya direnmemek serbest ve yaşanılsıdır. Ama bunu böyle görmeyen diğerleri onu bu hayatın ve toplumun yabancısı kılmaktan ve yargılamaktan başka hiçbir şey yapmaz.