20080227

İçine sindi mi 'silici' ?!

Birileri konuşur, yazar, çizer, düşünür. Birileri de söver, sayar, sever, siler; yazanı, düşüneni, çizeni, konuşanı sinsice. Hain planlarına ortak olanları sever insanlar çokca, olmayanları da çöpe atar bolca.

Hani düşüneceye saygı deriz, özgürlük deriz sesimiz yettiğince farklı platformlarda. Ama kendimiz gibi düşünmeyeni bir şeylerin önderliğinde atarız çöpe şuursuzca.(1) İşte böyle bir haldir ki,Tospağaya bu satırları yazdırmakta. İşte böyle bir hal ki, içine düşüldüğünde korkutmakta.

Öncesinde ahkam kesmek pek bi garip, pek bi kolay sanki. Ama birebir içinde olunca olayların 'ben gibi' sandığım tüm bu insanların, varoldukça kaybolmayacak saygınlığın; ama asla gösterilemeyecek saygının peşine düştüm ben bu sıra. Kaybettim neticede. Hani birileri varken, ben olmamam gerekliliği ilamı verildi dün gece.

Bir silinecek korkusu olmadan düşünceleri söyleyebilmek gerekli. Düşünmeli insan özgürce. Korkmamalı ondan bundan hani 'silecek' diye.

Hadi bir yere kadar 'kabul edememeyi' anlıyorum. Peki ya silmek neyin nesi?! İşte ben bu alemin yaşayışımıza kattığı 'insan silmek' eylemini, bir silgiden ilham alarak gerçekleştirdiklerine i-na-na-mı-yo-rum!?

(1)
(ideolojiler bağnazlık çerçevesinde gelince ilk akla gelen şuursuzca sözcüğüdür.)

20080226

Kafama Takılanlar?


Kafama Takılanlar?
Toka?

Şapka?
Zaten takılmış olanın yeniden fark edilmesi?
Beyin?

Kulak?
Saç?



Kafanın altından geçenler?
Boyun?
Karınca?


Kafanın üstünden geçenler?
Uçak?
Tospağa?



Kafamın önünden geçenler?

İnsanlar?

Bu kadar kafamızın saçma sapan yerlerinde var olan şeyleri niye alıp da içine yerleştiririz ki? Alıp birileri el yordamıyla koymuyor oraya, biz getirip yerleştiriyoruz özenle hepsini kolkola. Sonra al işte bir dolu düşünce sana. Başa çıkabildiğin ölçüde de oluyor mu ki hiç fayda?



Yok YOK anlamadıN SİZ!?

En mantıklısı buzdolabında saklamak, kullanma tarihi geçince de çıkartmak tabiri caizse çöpe basmak. Yoksa çöreklendikçe kafada her birşey sinek avına çıkıyoruz güpegündüz/öğle/gece...

sinek avı için
bakınız.

20080223

Hepimiz topyekün cahil miyiz bu hayatta?


Balta girmemiş ormanlar var şu dünyada. Hani onlarca yaprağını tüm ağaçlar gibi yine sonbaharda döken. Köyümüz var, hani hiç gitmediğimiz. Evimiz var, hani biz tatildeyken hırsızların dadandığı ve bizim görmediğimiz.

Neyse dağıtmayım konuyu; bir ağaç var hiçkimsenin görmediği bir saat, dakika, saniye, sanise yaprağını düşürüyor yüzeye. Kimse görmedi, kimse şahit olmadı, kimse sezinlemedi bile. Öyleyse bu yaprak düşmedi diyebilir miyiz? Bu yaprağın düştü diye iddia edemeyeceğimiz kadar?

O bilgi hiç var olmadı. Öyleyse bu bir bilgi mi?
____________________

Siz cevabı düşünedurun ben kendimce atayım şu silsileyi bir dışarıya..

-Bu bilginin varolduğunu varsaydığımız an bile aslında o bilgi vardır.
-Peki o halde her varsayan doğru mu söylüyor?
-Zaten dünyada varolan her bilginin doğru olduğuna dair bir genel-geçerlik de yok.
-Bilgi sadece vardır. Doğruluğu yanlışlığı da başka bir bilgidir.
-Yani yaprak düşmüştür bundan binlerce yıl önce de. Toprağa karışanı da, karışmamışı sararıp solmuşu da vardır yeryüzünde.

-Biz oturup bunu düşüneceğimize düşen yapraklara özlem duyalım şu güzelim kış gününde! Bırakmadı kış bize yaprak..Canı ister demek ki sağlam bir dayak! Al işte atamadığım dayağın bilgisi de bu satırlarda. Attığımı varsaymak bilgi mi şimdi?

- Soyut bi oluşuma nasıl dayak atayım ben?
-Hani her şey bir bilgi diyoruz. Soyut düşünceler... En önemlisi 'din' olgusu hakkında türetilen düşünceler de mi bilgidir?

-Bu varsayıma inanmış onca insan varolduğu için mi bilgidir? Şimdi bu varsayılanlar ilk ortaya atıldığında sırf düşündükleri için öldürülen havariler de bilgi taşıdıkları için mi öldürüldü? Bilgiyi yoksaymak o zaman mümkün değil! E varsaydıklarımız da bilgiydi, yoksaydıklarımız da?

O zaman her şey bir bilgi ise.. Bilmediklerimiz bizi bilgisiz mi kılıyor. Hepimiz topyekün cahil miyiz bu hayatta?

İnsanlar cahil olmasın diye var sayılan, yok sayılan her bilgiye eriştirmekse benim görevim bölümüm itibariyle, ne yapacağım ben bu 'bilgi'yle...

not ki tam tospağa: bazen dersleri alttan almak bölüme farklı bir gözle bakmayı getiriyormuş, güzelmiş. Sonuç?
(-bazen sonuç olmaması olmasından güzeldir.

kıvır Tospağa, kıvır...)

20080219

Sinekse sineye çek!







Şu bazı tür insanlardan nefret etmek nasıl bir şey?

Sineğin sivri olanından nefret etmek gibi bişey.

Hani sinek de gerekli tabiat kanunu.

Hepsi aynı sinek değildir.

Olacaktır bir at sineği, bir sivrisinek.

Çeşit çeşit.

Ama işte mevzu bahis; sinek mi sinek?

Nefret etmek mi nefret etmek.

At sineklerinden nefret ederim.

Sivrisinekleri severim dememek lazım.

Sevmiyorsan hepsini.

Seviyorsan da hepsini.

Hatta sevmiyorsan tek bir at sineğini. Değil gerisini.

Sivil sivri sinekler, sindire sindire gelmişler.

Sevin bizi demişler.

Atmamak lazım yabana at gözlüklüsünü de,
sivri topuklusunu da..



Sinek hareketi için üstteki resmi tıklayın.

20080217

Bir Kaplumbağa soykırımı:The Bird People in China


Öncelikle bir üzüntümü belirtmek isterimki bu filmde uçmak için oyunculardan biri kaplumbağa katlediyordu. Gözlerim doldu. Ağlamak istedim. Onun yüzüne fışkıran kanları görükçe içim nasıl burkuldu anlatamam. Sonra da uçmak için ertesi gün bir atlama denemesi yaptı ve tabi ki uçamadı.
Uçamazsın tabi!!!!!!!!!!!
Sen kaplumbağayı öldür sonra da uçmayı iste olacak iş değil!

Çok kızdım çok üzüldüm; ama neticede film diyip gözyaşlarımı silerek başlayayım filme bir göz atmaya:

Çin'in Kuş İnsanları
Filmin orjinal adı: Chûgoku no chôjin (1998)
Yönetmen: Takashi Miike

Film aslında oldukça sıkıcı bir konuyla başlasa da sonraları insanı eşi benzeri olmayacağı yönünde inandırarak devam ediyor. Komedi filmleri havasında bir yakuza ve iş için bir seyahata çıkmış kişinin kesişen yollarını anlattığını varsaydığımız filmde, gittikleri köyde bir zamanlar insanların uçtuğuna inananların varlığı dikkat çekmekte. Kendilerini bu insanlarla bir bütün olarak gören aynı şeyi yiyip, içip, konuştukları bu insanların nasıl uçabilirliğe inanıp bu eylemi gerçekleştirmek üzerine okul açtıklarını araştırırken, oldukça ilginç manzaralarla karşılaşılmıyor değil.

Bulundukları köye kendilerini çekerek getiren birkaç su kaplumbağasının yardımıyla gelen bu insanlar, bir müddet sonra bu köyden hiç ayrılmak istemeyen bir yakuza tarafından katledilen kaplumbağaların varlığını unuturcasına(!) köylüler gibi uçmaya adapte olurlar. İlk deneme başarısızdır ve bundan sonra gelen bir replik akıllara durgunluk verecek niteliktedir:

'bisiklete binmeyi öğrenirken de ilk defasında düşersin.'

Rüyalarında hiç uçtuklarını görmeyen bu insanlar gerçeküstücülüğün sinemada bulduğu anlam yönünde uçmayı öğrenip, öğretebilecekler midir... Ben hala o kaplumbağalara takılmış bünyemle yazıyı burda kesip yas tutmak istiyorum izninizle...(Aslında ne yazarsam yazayım spoiler vereceğimi düşündüm birden bire..istemeyin benden böyle bişi!)

20080216

Kabuk Kalkan olunca.


Kim dostum kim düşmanım anlayamadım bu sefer de. Birilerine bir şeyler anlatmak için giriştiğim platform beni kalkanlarıma sarılmak durumunda bıraktı. Ben bu sivri dilimi sadece kabuğum işlevselliğini göstermek için kullanırdım. Bunu henüz bilmeye dahi tenezzül etmeyen kimlikler beni orda inanılmaz bir savaşta bıraktılar.

Tamam dost görmüyorsunuz, düşman niye görüyorsunuz. Anında olacak bişi değildir bu dostluk bunu da bilirim. Bunun ortası yok mu? Ya da süreçle dost olunacak kişinin önce düşman olması mı gerekli. Tarzını sevmedim demek çok mu kolay. Hayır sevmek zorunda değilsin zaten ya nefret etmek mi zorundasın. Nefretini kusarken benim de sende sevmediğim bir tarzı mı akıtmak zorundasın.

İnsanlara henüz yeni olduğum platformlarda kendimi anlatmak üzere bir yola çıktım. Bu biraz siyah şimdiler de. Hatta bunun üstüne bir yazım vardı eskilerden.

Aynı mevzuydu..aynı hissettiklerim..

20080213

Maşa olanlara kızarken eli maşalı takılıyoruz.

Bir başörtüsü davasıdır sürüp gidiyor. Hayır tam anlamıyla bu konuyu içeren bir şey yazmayım diyorum; ama olmuyor!İlla ki eli kalem tutan herkesi köpürtecek bişiler dönüyor gündemde. Bilen de yazıyor bilmeyen de ya, o ayrı...

Bağlı olduğum bir öbeğe gelen e postada bir fotoğraf vardı. Başı örtülü genç bir kızı erkek arkadaşıyla samimi bir şekilde yakalamışlar ve altına da 'şaçı görünmemiştir inşallah' yazıp. Yer belirtmişler, tarih belirtmişler. Bunun gündemimizle ilgisi olmadığını, böyle bir şeyi yapmanın evet ayıp olsa da herkesin kendi özgürlüğü olduğunu vurgulayan, türbanlı bir kız yerine başkası yapsa yine ayıplayacağımı; ama bu şekilde gruplara atıp da rencide edici cümleler yazmamak gerektiğini anlatan bir e-posta yazdım. Aldığım tepkiler beni bile şaşırttı... Beni bir anda cahil, kendini, haddini bilmez ilan edip; bana daha önce el ele tutuştuğu için uyarılan gençlerimizin ne günahı vardı şeklinde cevaplar geldi. Hayır bu gençlerimize yapılan şeyin yanlış olduğunu, kişisel hakka tecavüz olduğunu hiçbir genel geçer yanı olmadığını BİZ biliyoruz. E bu kadar bilen bir milletiz de, niye aynı şeyleri biz yapma yoluna gidiyoruz? Evet, evet bunu da yazdım ya anlamayan bir kişi bu kez başka bir türbanlıyı bira içerken yakalanmış halini bularak altına 'bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' ilamını verdi.


cevabımı aynen aktarıyorum:
İlk karenin bir filmden alıntı olduğunu belirtmekte fayda var buyurun ayıplayın.

İşimiz gücümüz bu oldu şimdi de.
Türban takan insanlara alet oluyorsunuz, bu başınızdakilere dikkat edin diye çığlıklar koparan bir Sıhhıye kalabalığı gördükten sonra.. Şu an insan yerine koymayıp, 'kukla' olmalarını seyrettiklerimizi bir de biz ayıplayalım bu yolla. Onların yaptıkları ayıp, perhizlik lahanalık olayı 'siyasi simge' haline getirip bizim üstümüze saldırılan kesim olmalarından öteye taşıyorsunuz.

İçimizde pek çok Alevi var ama kaçı Cem Evi görmüştür. Pek çok Sünni var kaçı camiye gitmiş, orucunu tam tutmuş! Herkes oturduğu yerden ahlak dersi veriyor, din dersi veriyor. Bunu her iki taraf da yapıyor.

Bu içtiği birayla gösterilen resimde ertesi gün evinde Kur'an okur, şunu yapar, bunu yapar. Bu kimseyi de alakadar etmez. Etmemeli de. Bana kimse niye Muharrem orucu tutmuyorsun diyemeyeceği gibi, ben de ona niye içki içiyorsun diyemem. Benim olayım bireysel hakka tecavüz edildiği vakit bu kadar şiddetle çıkışmadır. Ben bireyselliği baz alıyorum. Toplumsal bir mesele ile bireyselliği bağdaştırıp bana karşılık veriyorsunuz. Ve ben bunun gündemimizle ilgisi olmadığını o yüzden savunuyorum. Ben o sevgilisi ile haşna fişne edenin de, diğerlerinin de bireysel özgürlüğünü koruma taraftarıyım. Bu öbeğe atılan bir ileti bana da geliyorsa ve ayıplamamız bekleniyorsa ben yapmıyorum diyorum.

sabah sabah engelli koşu.


Gece rüyamda gördüm ki; -aslında REM uykusunun ne zaman bünyeye nüfus edeceği belli olmaz. Bu sabaha karşı olması da muhtemel yani. Ha bir de kime göre sabah? Bazısı der sabah imam seslendi mi kaçırmayalım?, birisi der kızım hala mı uyuyorsun öğlen oldu kalk! Değişebilir yani.

Ne diyorduk; rüyamda geç kalıyordum. Aslında ben dolayısıyla bir geç kalma durumu yoktu. Başkaları benim geç kalmamı sağlayacak şekilde önüme engel koyuyordu. Bi an kendimi bu engellere engel olamazken bir engelli gibi hissettim. Sanki bu engelli halim pek hoş karşılanmayacak, sanki benden bişileri soğutacak gibi hissettim. Ki öyle de oldu. İçimde koskocaman bir korkuyla bakmaya gidiyordum, yolda bana engel olanın üstüne bir de engel olmamak gerektiğini vurgulayanlar engel oldu. İstemeden oldu ya gerçi oldu işte. Sonuç tam 3 saat, 5 saat için koşmuş ben. Engelli bir koşuydu. Netice görünemedi o sırada sabah olmuş ki, o sırada rüyanın en heyecanlı yerinde uyanılmıştı ki...

20080209

Hiroshima mon amour (1959)


İşgal altındaki Fransa’da bir alman askerine aşık olmanın ve bu sebeple toplumdan dışlanmanın, ailesinin reddinin önüne geçemeyen, üstüne üstlük sürgün layık görülen Elle rolündeki Emmanuelle Riva, tüm bunların üstüne sevgilisini kaybetmenin de dehşetini yaşayarak tek başına hayatta kalmaya çalışan bir kadındır.


Şimdi kendisini dinleyecek ve tüm yanlışlıklarına rağmen kendisini sevecek Lui rolündeki Eiji Okada’ya anlatıyor olmasının yine yasak bir aşk içinde nüfus etmesinin anlatımıdır film.

Ama bu kadarla da kalmayıp, yasak aşkın içinde koşut bir anlatımla birleştirilmiş Hiroshima olayları yer almakta. Savaş sonrası Hiroshima sokaklarını ve atom bombasının insanlar üzerindeki fiziksel etkilerini gösteren kareler Children of Hiroshima adlı belgeselinden alınmıştır. İç içe geçmiş 2 yasak aşkın acısını, sebep olduğu şiddeti ve hüznünü Hiroshima’yla birleştirerek sonunda Fransa ve Japonyayı temsil eden iki insanın kendi bireyselliklerinde ‘ülke’ barındırdıklarının, bu bunu içleri kan ağlayarak yaptıklarının resmidir bu film. Oldukça yüklü şiirsel anlatımı ve tutkunun sürreal damarlarda dolaştığı, insana bi noktadan yok artık dedirttiren ama sinema tarihi açısından ‘tarih’ bazında doyurucu bir film diyebilirim. Siyah beyaz olması bu yoğunluğu artırmakta ve film esnasinda devamli çalan Jean Michel Jarre’nin RendezVous’u filmle bütünleşmiş akla kazınan bir melodi olmuştur.

Pek çok sinema eleştirmeninin (Atilla Dorsay) ve yönetmeninin (Akira Kurusava) yerden yere vurduğu, Alin Taşçıyan’ın ise en çok sevdiği filmler arasında olan bu filmi Alain Resnais, filmi 24 saat içerisine hapsetmiş olup; bir dönemi, olaylar silsilesini oldukça güzel resmetmiştir.

Tokyo Soykırımının ayrıntılı anlatımı için tıklayın.

20080207

bünyenize alışveriş listesi hazırladım.


İnsanın sevgilisi varken başka hemcinsi olmayanları izlemeye devam eder, hayır neden izler, onda hoşuna gidebilecek özelliklerin kendi sevgilisinde var olabileceği üstüne düşünmek için izler, izlemelidir. Ha nedir belki bu hoşuna giden özellikleri kendinde yeşertir, kendinde sever; ama asla sevgilisinden başkasını sevmez.

O yüzden çok insan tanımak lazım. Çok insanın güzel özelliklerini bünyede barındırmak lazım sevilmek ve sevmek için...

20080203

Ben Efsaneyim!


Orijinal adı: I am Legend!

Tür : Bilim Kurgu / Dram / Aksiyon
Gösterim Tarihi : 25 Ocak 2008
Yönetmen : Francis Lawrence
Senaryo : Akiva Goldsman , Mark Protosevich , Richard Matheson (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Andrew Lesnie
Müzik : James Newton Howard
Yapım : 2007, ABD
Oyuncular: Will Smith (Neville) ,
Salli Richardson (Ginny Neville) ,
Thomas J. Pilutik (Vampir)

“Benim adım Robert Neville. New York şehrinde hayatta kalan biriyim. Sesimi duyan biri varsa…herhangi biri. Lütfen. Yalnız değilsin”.

“Men In Black” ve “Independence Day” gibi bilim kurgu filmlerinde de oynayan Will Smith’in dünyada hayatta kalmış tek insanı canlandırdığı bu yeni film, Constantine filminin yönetmeni Francis Lawrence’in elinden hakkıyla çıkıyor.

Yukarıdaki anonsun hergün saat 12.00’de tüm radyolardan yapıldığı bir şehir New York. Tüm dünyayı etkisi altına almış bir virüs milyarca insanı bir anda ölüme sürüklemiştir. Geriye sadece hem bilim adamı hem asker hem de virüse karşı inanılmaz bir bağışıklık sistemi geliştirmiş bir insan kalmıştır. Her gün saat 12.00de bir insan daha görebilmek için uğraşmaktadır. Yanında tek dostu bir köpek kalmıştır. Ama her şey yerli yerindedir. Tüm şehir işleyişi sanki hala devam ediyormuşcasına bir izlenim vermektedir bize Robert Enville rolündeki Will Smith. Belki sokakta gördüğümüz vahşi geyiklerin, usulca hareket eden kaplanların bir şaşılasılığı yoktur; ama eminim ki gece ortalıkta dolaşan bir zamanlar en sevdiği dostları, arkadaşları, ailesi şimdi düşman olmuştur kendilerinden olmayanlara. Kendim ettim kendim buldum değildir mesele belki, ama önce bu virüsü doğal koşullardan oluşturduğu için kendini kutlayan ve daha sonra aynı virüsün etkisi altında insanlığından çıkan bir toplum içinde tek kişidir Neville. Ve bulunduğu ortam, onun çaba harcayacak tek kişi olduğunu da göstermektedir. Ve harcamaktadır da. Bilim adamlığının da getirisi olduğunu düşündüğüm teknik imkanlarıyla bir laboratuar haline getirmiş olduğu evinde, hayvanlar üzerinde deneyler yapmakta ve bunları kaydetmektedir. Bir kurtuluş yolu için binlerce deney yapması gerekse de bırakmamaya kararlıdır.

Hikaye buraya kadar oldukça tanıdık gelmiş olabilir. 2012 yılında içine düşülesi bir hal olacağından değildir belki; ama daha önce pek çok örneğini gördüğümüz bir film olması olasılığındandır bu tanıdıklık belki. Fakat, fakat bize sunulan film odur ki daha ilk dakikalarında bizi koltuğa bağlayacak kadar bir hayret ve merak uyandırıcılığı da beraberinde getirmiştir. Süregeldikçe bazı sahnelerin eksikliğini bazı kurgu yanlışlıklarını fark etmiyor değiliz. Ama bizi yine oldukça güçlü bir görsel şölenle koltuğa bağlamaya çalışmış, başarılı da olmuştur. Yeryüzünde son kalan insanın yalnız olmadığını hissettiğimiz vakit belki içimize bir umut yayılmakta. Ama o son insan başkalarının varlığına inanmamakta ısrarcıysa? İşte bu noktada kendi pisliğini temizlemek istercesine iş başa düşmekte. Virüsün yayılmışlığıyla yok olmuş olan dünyayı yaratan insanlarsa, bunun çözümü de yine insanlıkta. Tabi buna inanan tek insansa? Dünyayı kurtaran adam modunda, her dünyayı kurtaran adamın yanında bir anlatıcısının varlığını vurgulayarak son bulur film.

Richard Matheson tarafından yazılmış gayet güzel bir vampir romanının 3. uyarlaması olan film, 25 ocakta gösterime girerek, ilk 3 günde rekor bir hasılat yapmıştır.